Bu Blogda Ara

Pazar, Eylül 01, 2019

Bir 30 Ağustos daha geçti…/ Işıl Özgentürk - CUMHURİYET

Bugünlerde Mustafa Kemal Atatürk’ün 1921 yılında Sakarya Savaşı sırasında söylediği “Beyler hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” sözleri sık sık aklıma geliyor. 

Gerçekten şu günlerde ülkemizin yurtsever insanları, köylüler, beyaz yakalılar, işçiler adeta bir vatan savunması içindeler. Çünkü her alanda, yalan söyleyen bir talancı çete, bir ülkeyi var eden tüm zenginlikleri gaddarca yok etmek için inanılmaz bir savaş başlatmış durumdadır. 

Yüzlerce HES ve termik santral yapımına izin verilmesi asla cehaletle açıklanamaz! Asla sadece rantla açıklanamaz. Ortada bir ihanet vardır, bir ülkeyi yok etme arzusu vardır. 

6 bin zeytin ağacının kesilmesi bir rastlantı değildir, bir savaş atağıdır. 

Benim için şu sözler her zaman heyecan uyandırmıştır: “Türkiye kendine yeten yedi ülke arasındadır.” Bundan çocukluğumda, gençliğimde her zaman bir övünme payı çıkardım. Ama artık bu sözleri övünerek söyleyemem. Ülkemin tarım toprakları, ya kışları her biri bir hayalet kent görüntüsündeki yazlıklara kurban edildi ya da termik santrallara…
 
Artık hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. 

Evet, ülke savunmasındayız, yıllar öncesinden bir örnek: Caferağa, Kadıköy’de bir mahallenin adıdır. Mahalle sakinleri, belediyelerin açması gereken mahalle evlerinin eksikliğini hissettikleri için, mahallelerinde kullanılmayan, yaşam dışı bırakılmış bir binayı, kendi elleriyle onararak bir mahalle evi yapmışlar. Çünkü çocuklarının gözleri önünde olmasını istiyorlar, onları hemen her yere bulaşmış uyuşturucudan uzak tutmak istiyorlar. Birlikte sohbet edecekleri, günün konularını tartışacakları bir mekân istiyorlar. Mekân pek bir güzel olmuş, kütüphane bir yanda, çay ocağı hiç durmadan tütüyor. Yaş günlerini orada kutlamaya başlamışlar. Sünnet düğünü bile yapmışlar. 

Ama mahalle yaşamını yok etmek isteyen bir iktidar var! Onun ülke halkı için önerdiği AVM tarzı bir hayat var. O tek tip insan istiyor. Sohbet istemiyor, dayanışma istemiyor, insanların çocuklarıyla birlikte havasız ve güneş ışığı girmeyen AVM mekânlarında birer tüketim hayvanına dönüşmesini istiyor. 

Bu Caferağa Mahalle Evi kötü örnek! Giderek yaygınlaşabilir! Big Brother olarak onları denetleyemem, öyleyse mahalle evi basıla, kitaplar yakıla ve karşı çıkan mahalleli acımasızca coplana! Hatta gözaltına alına! 

Artık hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. 

Ülkeyi yok etmeyi hedefleyen çete, özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında ülkenin kadınlarının nasıl bir savaşçı güç olduğunu da bilmektedir. Bu nedenle kadınların sadece bir üreme aracı haline getirilmesi, karşı çıkanların ise öldürülmesinin toplum tarafından kabul edilmesi için türlü politikalar geliştirilmektedir. 

Örneğin ülkede bir günde üç kadının öldürülmesi adeta doğal bir durum haline gelmiştir. Burada medya özellikle bir rol üstlenmiştir. Gazeteler şöyle yazar. “Cinnet getiren adam karısını öldürdü!”, “Aldatılan adam karısını bıçakladı!”, “Şüphe üstüne kız arkadaşını öldürdü!, “Âşık olduğu kız kendisini reddedince tetiğe bastı!
 
Dikkatle izlediğinizde, kadın öldüren erkek katiller için en başta medyanın çeşitli mazeretler uydurduğunu görürsünüz. Bu durum hâkimler ve savcılar için de geçerlidir. Aldatma, reddetme, cinnet getirme erkek katil için bir hafifletici sebep olarak kabul edilir. Hele bir de katil kravat takarak ve “Hâkim Bey pişmanım derse” katil için en aşağı bir ceza verilir; en fazla dört yıl yatıp çıkar ve yeni bir kadın öldürür. 


Bütün bunlar olurken şöyle söylenir: “Kadın da kadınlığını bilsin!
 
Öte yandan geçen yazılarımdan birinde de yazdım. “Defosuz cariye” yetiştirmek için, şiddetli bir mücadele verilmektedir. Bu nedenle anaokuluna bile giden kızların başları örtülerek, çocuk-kadın yapılmakta özgür bireyler olarak yetişmemeleri için en doğal insan hakkı olan cinsellik, bir günah olarak sunulmaktadır. “Bak kızım elin erkek eline değerse cehenneme gidersin! Diri diri yakılırsın!” 

Çetenin bu ülkeyi yok etmek için bin bir yolu vardır. Bunların en önemlisi, ülkedeki insanları sınıf atlayabileceğine inandırmaktır. 
Nasıl mı? 
Sınıf atlamanın en önemli göstergesi bizim gibi azgelişmiş ülkelerde araba ve cep telefonudur. Bir de AVM’lerden alışveriş yapmaktır. Bu nedenle cebine asgari ücret giren kişiler bile, bankaların sağladığı imkânlarla benzin parasını ödeyemedikleri arabalara ve sanki “Japon borsasını takip edermiş gibi” tam teşkilatlı akıllı telefon kavuşturulur. 

Daha binlerce örnek sayabilirim. Gözümüzü açıp görelim, “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. O satıh bütün bir vatandır.” Benden de bir not: Bu satıh sadece Anıtkabir yolu değildir. 

Yukarda yazdıklarımı defalarca farklı bir biçimde yazdım ve hâlâ yazıyorum. Şenlikli, neşeli hikâyeler anlatmayı özledim. Ömrüm buna yetecek mi bilmiyorum. Evet, bir de şu sürüp giden kayyım meselesi var, bence adı kayyım değil, “sömürge valisi” olmalı. Tarih tüm dünyada sömürge valiliklerinin kıyımlarıyla doludur. Bizimkiler şimdilik hediye altınlarla uğraşıyorlar. Ah unuttum bir de kendilerine saunalı, ne için kullanıldıkları pek anlaşılmayan (!) arka odalar yapmakla meşguller. Sıra kıyımlara da gelecek!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Cumartesi, Ağustos 31, 2019

Gül ve Babacan’ın inandırıcılık sorunu / BARIŞ DOSTER

İktidar partisindeki yıpranmaya koşut olarak, parti içinde tartışma ve istifa­lar gündeme geliyor. Bir yandan Abdul­lah Gül ve Ali Babacan, diğer yandan Ah­met Davutoğlu  parti kurmak için çalışıyor­lar. AKP’nin birkaç eski bakanı partiden is­tifa ederken, Cumhurbaşkanı ve AKP lide­ri Recep Tayyip Erdoğan’ın da, yeni isti­faların önüne geçmek için parti yönetimin­de ve örgütünde kimi değişikliklere gidece­ği konuşuluyor.
Türk siyasal hayatında bir partiden kopup yeni bir parti kurmanın çok yaygın olduğunu dikkate alarak şu soruları soralım öncelikle.


Birincisi, yeni bir parti için siyasi boşluk var mı?

İkincisi, yeni bir parti için toplumsal talep var mı?

Üçüncüsü, yeni parti kurmak için kolla­rı sıvayanların, inandırıcılığı, itibarı, söyleye­cek sözü, halkta karşılığı var mı?

AKP’den kopup yeni parti kurmak için ça­lışmaya başlayanların, AKP’deki kariyerleri­ni (bakanlık, başbakanlık, genel başkanlık, cumhurbaşkanlığı) Erdoğan’a borçlu olduk­ları dikkate alındığında, bu sorulara olumlu yanıt vermek zor. Dahası var...

Güçlü bir siyasal çıkış yakalamak için, si­yasette yeni bir hikâye yazmak, yeni bir he­yecan yaratmak, toplumun önüne yeni he­defler koymak, geniş kitlelere güzel bir ge­lecek hayali kurdurabilmek önemlidir. Kuru­luşundan beri AKP’de en üst düzeyde gö­rev alan, yakın zamana dek AKP’nin tüm ic­raatlarında imzası olan isimlerin, şimdi kal­kıp Erdoğan’ı ve AKP’yi eleştirmelerinin inandırıcı yönü bulunmuyor. O nedenle cid­di bir itibar sorunu yaşıyorlar.

Seçimi ne kazanır?
Seçimleri kazanmak için, topluma kor­ku ve endişe değil, coşku ve umut vermek; geçmişteki başarıları değil, geleceğe iliş­kin arzuları öne çıkarmak gerekir. Yeni par­ti kuracağı dillendirilen isimler için bu da söz konusu değil. Hepsinin siyasi bagajla­rı, AKP’nin icraatlarıyla dolu. Hepsi, konuş­maları gerektiği yer ve zamanda susmuş­lar. Hepsi, tavır almaları gerektiğinde geride durmuşlar. O nedenle şimdilerde konuşma­ları, anlam ifade etmiyor.

Bu isimler için şu söylenebilir. Kuracakları partiler, yüzde 15-20 oy oranına ulaşamaz, yüzde 3-5 bandında kalırlar. Fakat bu oran bile, Cumhur İttifakı’nın yüzde 50’yi bul­masını daha da zorlaştırır. Muhalefetin elini güçlendirir. Yeni ittifaklara kapı aralar. İkti­dar partisini yeni arayışlara, söylemini ve ic­raatlarını gözden geçirmeye zorlar.

Türkiye açısından ise sorun şudur. Hal­kın ihtiyacı, AKP içinden çıkacak, AKP’den pek farkı olmayan partiler değildir. İdeolo­jik düzlemde Cumhuriyetçi, laik, aydınlan­macı; ekonomik bağlamda halkçı, kamucu, toplumcu; dış politikada emperyalizmle ara­sına mesafe koyan, bölge merkezli dış poli­tikayı benimseyen, yurttaş kimliğini ve ulu­sal bütünlüğü pekiştiren çizgidir. Muhalefet, öncelikle buna odaklanmalıdır.

Barış Doster / CUMHURİYET

Cuma, Ağustos 30, 2019

Narodniçestvo halkçılıktır - Özdemir İnce

Gazete köşemenleri, televizyon vaizleri halkın AKP iktidarından bıktığını, ama muhalefetin bu tepkiden yararlanması gerektiğini yazıp söylüyorlar. Muhalefet temsilcileri halkın nabzını tutmalıymış. 


Seçmen halk, bıkma tepkisi gösterdiğine göre belli ki bir muhalefet bilincine ulaşmış. Ancak kimse kimseyi ders vererek bilinçlendiremez; herkesin, her sınıfın kendi öznel koşulları onu bilinçlenir. Buna tam anlamıyla bilinç de denmez, içgüdüdür. Hayvani bir içgüdüdür. Bir aslanın öldürdüğü avını sırtlanlara karşı savunması gibi. Emeğin savunulması bir hayvansal içgüdüdür; bireysel bilince gereksinim yoktur. Sınıf aidiyetini yaşayarak öğrenmek, bilmek ise bilinçlenmedir.

***

Önceden uyarma olmasa da patlayan volkandan kaçılır. Selden, çığdan, toprak kaymasından, yırtıcı hayvanlardan kaçılır. Napoleon istilasından, Hitler istilasının önünden insanlar kitleler halinde kaçtılar. Sivil halkımız da Fransızın, Yunanın önünden kaçtı. Çukurova’nın “kaçkaç” dönemi ünlüdür. 

Bir halk, iktidardan hoşnut değilse yapacağını bilir, bilmeli. Kazıkçı lokantaya gitmemek gibi. “Alnı secdeye değme”yi siyasal ölçüt yapan bir halk; dindarlığı, uygulamaları, gündelik hayatı skandallarla tıka basa dolu ve iyice sapkın, siyasal ahlakı yüz kızartıcı, AKP gibi bir partiye neden oy verir? Bunun kaynaklarını halkın zihinsel ve ruhsal yapısında aramak gerekiyor.
***

Çarlık Rusya’da, aralarında Narodniklerin (Halkçılar) de bulunduğu genç devrimciler Sibirya’ya sürgüne gönderilirken, geçirildikleri caddelerde çiçek atması gereken halk tarafından yuhalanıp taşlandıkları unutulmamalı. Görenekleri ve inançlarıyla halka tapan Dostoyevski, Sibirya sürgününde adi köylülerin okumuş kentlilerden nefret ettiklerine tanık oldu. Halkçı gençlik, halkın arasına karışmak, halk gibi yaşamak için doktor olarak, hastabakıcı ve hemşire olarak, tarım işçisi, demirci ve oduncu olarak köylere gitmişlerdi. Kızlar öğretmenlik sınavlarına girdiler; ebelik, hemşirelik, öğrendiler; köylere gittiler, nüfusun en yoksul kesimlerine adadılar kendilerini. Kafalarında devrim yapmak düşüncesi de yoktu; sadece okuma-yazma öğretmek ve yardımcı olmak istiyorlardı. Ama köylüler onlara değil, kendilerini ezen çarlık düzenine inanmayı sürdürüyordu.
***

Neden? Bunun yanıtı Dostoyevski’nin Cinler romanındadır: Bir meyhanede gençler, Tanrı’dan, dinden, devrimden, ayaklanmadan söz ederlerken, ak saçlı bir yüzbaşı ortaya fırlar ve “Tanrı yoksa benim yüzbaşılığım ne işe yarar?” diye bağırır, sonra koşarak dışarı çıkar. Yaşlı yüzbaşı dinsel dünya düzenin hiyerarşisinden söz etmektedir. Bu düzenin egemen olduğu hiçbir yerde halk iradesinden, halk bilincinden söz edilemez. Bu nedenle halka gidilmez. Nafiledir! Ama gereken yapılır. İhtiyacı varsa o sana gelir. 

AKP’ye ve Reis rejimine isyan eden ama “dinsel düzen” yüzünden ona köle gibi biat eden halk kesimi duygusal ve zihinsel zincirlerini kıracak mı? Zincirleri sen kırsan da nafile, o yerinden kımıldamaz. Kendisi kıracak. Ona hiçbir şey öğretemezsin! Halk tuhaftır: Bir zamanlar Narodnikleri taşlayan köylüler, 1917 Devrimi’nde Bolşeviklerin yanında yer almıştı. Bekleyeceksin, daldaki elma olgunlaşacak.

***

Ancak halk melek değildir. Nâzım’ın da dediği gibi akreptir! İkiyüzlüdür, korkaktır. 12 Mart’ta (1971) gözaltındayken bizim koğuşta Keskin’den (Kırıkkale) Adalet Partili siyasetçiler vardı. Siyasi olmayan nedenlerle (pavyonda kadın işi) gözaltına alınmışlardı. En çok hoşlarına giden, seçim dönemlerinde, dışarıdan gelen “okumuş” milletvekili adaylarını nasıl kazıkladıklarını anlatmaktı. “Genel Müdür, diplomat, başhekim falan gelirler, bize ziyafet çekerler, yer içer, harçlık alır, pohpohlarız, ama oyumuzu hemşerimize veririz” derlerdi. Çok tipik bir kabileci asabiyet dayanışması...

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Pazartesi, Ağustos 26, 2019

‘Arkasından baltasını biledi’ - Ergin Yıldızoğlu

Uluslararası finans-kapitalin seçkinleri, Financial Times’dan Janan Ganesh’in deyimiyle “Bilderberg sınıfları” çok kaygılı. İş çevrelerinin dergisi Fortune’un CEO’su A. Murray bu “Bilderberg sınıfları” için “İçinde çalıştıkları düzenin yıkılmasından, gelecek resesyonda patlak verebilecek devrimlerden, kitlelerin baltalarını bileyip hesap sormaya kalkmasından korkuyorlar” diyor.


Gündemde resesyon var 
Almanya ekonomisi sert bir frenle resesyona giriyor. İngiltere’de ekonomik büyüme negatif. Çin ekonomisi yavaşlıyor. Singapur, Güney Kore, Brezilya, Meksika ekonomileri resesyonda. İtalya ve Rusya’nın büyüme oranlarının negatif alana geçmesi bekleniyor. Nihayet ABD’de 2020’de bir resesyon olasılığı hızla artıyor. Ticaret savaşları bu süreci hızlandırıyor. Mali piyasaları sarsıyor. Dow Jones, cuma gününü yüzde 2.6 düşüşle kapattı. Hafta sonu yapılan G7 toplantısının gündeminin başında da dünya ekonomisi vardı. 

Genelde, “Bilderberg sınıfları” için resesyon büyük bir sorun değil. Hatta ekonomi içindeki konumları, devleti yönetenlerle ilişkileri sayesinde resesyonlardan yararlandıkları bile söylenebilir. 

Ancak bu kez farklı. Dünya ekonomisinin borç yükü, 2008’den bu yana daha da arttı. Buna karşılık faizler çok düşük, merkez bankalarının bilançoları çok yüklü, en kritik ülkelerde kamu borçları çok yüksek; ABD’de gelecek yıl 1 trilyon dolara ulaşması bekleniyor. Kısacası merkez bankalarının manevra alanı çok sınırlı. Çare olarak devletlerin maliye politikalarına ağırlık vererek Keynesgil modele dönmeye başlamasının, uluslararası ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbest olmasından dolayı önemli siyasi sakıncaları var. Bu sakıncaları gidermek için ticarette korumacılığın, sermaye hareketlerinde yeni denetleme biçimlerinin devreye girmesi, “ekonomik ulusalcılığa”, “devlet kapitalizmine” uygun söylemlerin üretilmesi gerekiyor. Böyle bir model değişikliği kolay değil.

Patlayıcı karışım 
Yeni bir küresel resesyonun basıncının patlayıcı bir karışıma yol açma olasılığı da hızla artıyor. Örneğin, dünyanın önde gelen ülkelerini, (ABD, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya) halen “Yeni Faşizm” tanımı içine kolaylıkla sokulabilecek liderler yönetiyor. Bu liderler, milliyetçi ideolojiyi körüklüyor, ırkçı önyargıları, korkuları, üstünlük inançlarını besliyorlar. Teknolojik gelişmeler bu liderlerin devletlerine halklarını yakından izleme, denetleme ve manipüle etme olanakları sunuyor. Çin, bu “tekno- totalitarizmin” en çarpıcı örneği: “Sosyal krediniz” (iyi hal notunuz) yeterli değilse tren, uçak bileti bile alamayabiliyorsunuz.

Ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya kararlı bu liderler, Brezilya hariç, güçlü nükleer cephaneliklerin üzerinde oturuyorlar. Dahası ABD, Rusya ve Çin arasında yeni bir silahlanma yarışı, teknolojik savaş başlamış görünüyor. 

Bu karışımın öbür bileşeni de “baltaları bileme”, “hesap sorma arzusu” olasılığı. 2008’i izleyen büyük durgunluk içinde, birçok yazar, yükselen “popülist” dalgaya bakarak, “bu düzen bir mali krize daha dayanmaz” diyordu. 

Koşullar, sol hareketin, yükselen toplumsal muhalefet dalgası üzerinde bir Rönesans başlatmasına çok uygundu. Ancak tam aksi oldu. Toplumsal muhalefet dalgası “Yeni Faşizm”i yükseltti. Şimdi “Yeni Faşizm” ulusal ve uluslararası alanda, her zamankinden çok daha örgütlü; merkez sağ partilerin politikalarını, toplumun ideolojik yaşamını güçlü biçimde etkiliyor, şekillendiriyor; halk, sorumlu ararken, “baltasını bilemeye” başladığında, onun nefretini körükleyecek, yönlendirecek bir konuma yerleşiyor. 

ABD’de gelecek yıl seçimlere bir resesyon altında girme olasılığı karşısında Trump, daha şimdiden ırkçı, dinci, kimlik politikalarıyla toplumsal gerginlikleri körüklemeye hız verdi. Dahası adamın aklı da istikrarını giderek kaybediyor: Kendini “Musevilerin kralı”, “Tanrı’nın ikinci gelişi” (İsa) sanıyor, Çin’le mücadele etmek üzere “seçilmiş” olduğuna inanıyor. Kimi araştırmalar Trump’ın ırkçı söyleminin, beyaz liberal orta sınıf içinde de alıcı bulmaya başladığını düşündürüyor. 

Yine, hem çok korkutucu siyasi sonuçlar hem de fırsatlar yaratabilecek bir döneme girdik.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yalan olan sensin Ahmet Ünlü! - Murat Ağırel

Hafta sonu Mudanya Belediyesinin ilk defa düzenlediği kitap fuarına katıldım. Fuar, Cumhuriyet tarihinde çok önemli yere sahip olan Mütareke Meydanında gerçekleştirildi. Panel ise Mudanyalı yurttaşlarının yoğun katılımı ile yaptıldı ve ardından "ŞAKİ" adlı kitabımı gelen dostlarımız için imzaladım.

Panel ve kitap organizasyonu bittikten sonra telefonuma gelen bildirimleri okudum. Hepsi Kamuoyunda "Cübbeli Ahmet"olarak tanınan Ahmet Mahmut Ünlü'nün Global TV'de Erdoğan Aktaş'ın sunduğu programda İsmail Saymaz ile konuşurken ismimi defalarca geçirdi. "Murat Ağırel yalan,yanlış belgeler ile geldi" şeklinde ifadeler kullandı.

Merak ettim programın ilgili kısımlarını inceledim. Hakikaten de kendisi ile röportaj yaptığım esnada "çok güzel belgeleri ile gazetecilik yapıyorsunuz" diyen Ahmet bey beni yalan belge sunmak ile nitelendirmiş. Ardından da İsmail Saymaz'ınsorduğu belgelere "Murat Ağırel'in papağını mısın" gibi absürt, yazmaktan utanç duyduğum ancak kendisinin utanmadan söylediği kelimeleri dinledim.


Değerli okuyucularım.

Beni takip eden herkes bilir ki belge olmadan ve doğrulatmadan asla yazmam konuşmam. Her yazdığımıkurum ya da kişilerin de cevap haklarını mutlaka ama mutlaka kullandırırım. Bu benim zorunluluğum değil meslek etiği gereği önem verdiğim bir durumdur.

Bu karalama dolu açıklamadan sonra benim de sizlere duyduğum sorumluluk gereği iki kelam hakkım var diye düşündüm.

Öncelikle İsmail Saymaz'ın programda yaptığı şeyi açıklamak bana düşmez ancak bende aynı sayın Saymaz gibi düşünüyorum. Kalkıp bir lokma bir hırka diyerek vatandaşlara vaaz vereceksin dernekler, vakıflar, şirketler aracılığı ile bağış,sadaka vb. yardımlar toplayacaksın bunları sorguladığın zaman ise "Yalan, yanlış" diyeceksin.

Pes...

Programda İsmail Saymaz Cübbeli Ahmet Hoca'yı örnek göstererek tarikat, cemaat şeyhlerinin etraflarında kurdukları veya kurdurdukları dernekler, vakıflar aracılığı ile nasıl şirketleştiklerini anlatmaya çalışmış. Ahmet Bey buna izin vermemek için aralara bolca laf sokarak konuların farklı yere gitmesini sağlamış. Ben programdaki bazı hususları ve Cübbeli Ahmet'in yalan dediği belgeleri bir kez daha sizlere anlatma ve paylaşmak istiyorum.

İsmail Saymaz soruyor; "Murat Ağırel'e verdiğiniz röportajda söylenilen yanınızda çalışan kişiler Vuslat Derneği'nde mi çalışıyor."
Cübbeli Ahmet, "Yanımızda çalışıyor diye bir şey yok" diye yanıt veriyor.

Saymaz  "Yahu soru bu. Youtube da kaydı var"
Cübbeli Ahmet: "Hayır"

Saymaz: "Yahu neden tekzip etmediniz o zaman.Demişsiniz ki benim yanımda vuslattan kimse yok HAYDER'den sigortalı."
Cübbeli Ahmet: "Bu yalan"

Youtube'da benim adım soyadımla var olan kanalımda ben röportajı yayınladım. Aynen İsmail Bey'in söylediği gibi "Vuslat Derneği'nde mi sigortalı" diye sordum. Cübbeli Ahmet de müridine soruyor, müridi, "HAYDER'den de sigortalıyız" diyor. "Kendisi de HAYDER de sigortalı"diyor.

Murat Ağırel Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz…

Ben "yalan" kısmındayım.

Oysaki sunduğum tüm evrakları kendisi doğrulamıştı. Lalegül TV'nin Vuslat Derneği ile yaptığı sponsorluk anlaşmasında Ahmet Beyin çıktığı programlara reklam vermek için LalegülTV ile reklam anlaşması yapıyor. Toplamda ayda 120 bin TL ödeyeceği sözleşmede var. Kendisi de Lalegül TV'nin sahibide röportaj esnasında bunları doğruladı.


Yalan bunun neresinde?

Halk TV'de konuşurken program başı 40 bin TL demişim. Bu yalanmış. Ee bir derneğin aylık 120.000 TL yıllık ise 1 Milyon 400 Bin TL vererek programına reklam verdiği gerçeği bundan dolayı çöpe mi gitti?


Vuslat Derneği yöneticilerinin Mercedes Vito marka aracını 50 bin EURO vererek dizayn ettirmek için senet imzalamasını sordum doğruladı. Senedin bir tanesini gösterdim "evet doğru" dedin.

Bu mu yalan?

İlk eşinden olan kızının ev mobilyalarının dernek yöneticisi tarafından ödendiğinin belgeleri sundum sordum. Doğruladın.İlk eşim kızar bunu yayınlama yazma dedin.

Bu mu yalan?

Oğlunun İngiltere'de okuduğunu ve ona 18 bin Paund para gönderildiğini sordum. Doğruladın. Ancak tarihi farklı dedin.Ben de size bankasını, şubesini ve tarihini belirttim."Bilmiyorum" dediniz.

Bu mu yalan?

Hayır yalan olduğunu söylediğiniz belge nedir?

Neymiş "benim hesabıma para geçmiş mi belgede"diyorsunuz İsmail Saymaz'a. Siz ve sizin gibi tarikat, cemaat şeyhleri din, iman edebiyatı yaparak insanların rahmani duygularını suiistimal ederek servetlerinize servet yaşamlarınıza varlık katıyorsunuz. Bütün bunları yaparken de yasal her türlü hazırlıkları yapıyorsunuz. Soran olduğu zaman da ispatla diyorsunuz.

Vuslat Derneği yöneticileri kızınızın ev mobilyasını alsın, aynı kişiler arabanızın dizaynı için 50 Bin EURO'luk senede imza atsın, aynı kişiler sizin TV programları için yıllık 1.4 milyon TL reklam versin ama sizinle de herhangi bir bağı olmasın.

Asıl yalan olan siz ve sizin gibilerdir.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

Çarşamba, Nisan 03, 2019

31 Mart: İlk değerlendirme - FATİH YAŞLI

Bundan birkaç ay öncesine kadar hemen herkesin son yıllardaki en heyecansız seçim olacağını düşündüğü seçimden iktidar partisi büyük bir hezimetle çıktı. Masada geri almaya çalıştıkları İstanbul, başkent Ankara, Ege kıyı şeridiyle birleşen Adana, Antalya, Mersin, kayyum atanan iller, Doğu Karadeniz’de Sinop, Artvin, Ardahan ve daha içlerde Bolu, Bilecik, Kırşehir kaybedildi.

MHP’yle ittifak yapılmadan girilen 27 ilin 9’unu ise MHP AKP’den aldı. Çarpıcı bir örnek: Sağcılığın taşradaki kalelerinden Bayburt’ta 24 Haziran’da yüzde 56.7 ile birinci olan AKP’nin oyları bu seçimde yüzde 35.7’ye düşerken, yüzde 27.5 olan MHP oyları yüzde 56.4’e çıktı ve MHP Bayburt’u aldı.
Yani AKP hem muhalefete ciddi oranda belediye kaptırdı hem de 24 Haziran seçimlerinde başlayan parti tabanının tepkisini MHP’ye oy vererek gösterme eğiliminin bu seçimlerde daha da derinleştiği görüldü.
Peki son yılların en heyecansız geçeceği varsayılan seçiminden nasıl oldu da böyle bir sonuç çıktı?
Birçok faktör var kuşkusuz ama öncelikle bu köşede defalarca dikkat çektiğimiz üzere ekonomik krize bakmamız gerekiyor. Türkiye ekonomisi şu an çok büyük bir krizin içerisinde ve bu seçim atmosferi üzerinde çok ciddi bir etki yarattı; toplum sandığa işsizliğin, yoksulluğun, enflasyonun gölgesinde gitti. Henüz başında olduğumuz kriz, AKP tabanından blok halinde kopuşlara sebep olmasa da, seçmen davranışı üzerinde ciddi ölçüde belirleyici oldu.
Bunun dışında iktidar partisinin seçimi gerilimsiz gidilecek bir yerel seçim olarak kurgulamak yerine rejime yönelik bir referanduma dönüştürmesi muhalif kesimler üzerinde ciddi bir motivasyon oluşturdu.
24 Haziran sonrası, özellikle CHP seçmeni sandıkta olan bitenler ve CHP’nin sandığı koruma konusundaki basiretsizliği yüzünden sandığa küsmüş, “bunlar seçimle gitmez” yönündeki kanaati büyük ölçüde benimsemişti. AKP seçime düşük gerilimle ve “bu bir yerel seçim” vurgusuyla gitse, bu toplamın sandığa gitmeme yönündeki eğilimi devam edebilirdi. Ancak gerilim yükseldikçe ve seçimler referandum veçhesine büründükçe işler değişti.
Benzer şekilde AKP, MHP tabanının blok halinde oyunu alabilmek ve krizin üstünü örterek kendi tabanından fireleri engellemek için seçim stratejisini beka üzerine kurmasa, gerilimi bu derece yükseltmese ve kendisine oy vermeyen herkesi terörist ilan etmese HDP tabanı da şimdi olduğu gibi blok halinde gidip CHP’ye oy vermeyebilirdi. Oysa tam tersi yapıldı ve bu da HDP’nin Batıda seçime girmeme stratejisinin başarılı olmasında büyük rol oynadı.
Velhasıl, ekonomik krizin üzerine yanlış bir stratejinin eklenmesi beraberinde böyle “tuhaf” bir sonuç getirdi. Tuhaf diyoruz, çünkü rantın, ihalenin, vakıflara aktarılan kaynağın ve sadaka devleti uygulamalarının merkezi olan belediyelerin büyük bir kısmının, hele hele büyük illerin belediyelerin muhalefet partisinin elinde olması gibi bir durum iktidar partisinin inşa ettiği rejimin fıtratına uymuyor, bir “doku uyuşmazlığı”na tekabül ediyor ve çok ciddi bir kırılganlık yaratıyor.
Peki rejim bu doku uyuşmazlığı karşısında ne yapacak? Daha büyük kayıplara uğrayacağını düşünerek sonuçları kabullenme ihtimali, hatta bir süreliğine “uzlaşı siyaseti”ni yürürlüğe sokma ihtimali var; ancak İstanbul’un ayak oyunlarıyla geri alınmasından tutun da, ödenek verilmeyen, çalıştırılmayan, kayyum atanan belediyeler yaratılıp, beka sorununu halk nezdinde gerçek kılacak birtakım sınır ötesi operasyonlar eşliğinde bir erken genel seçime gidilmesi gibi bir ihtimal de var. Neyi seçeceklerini kısa süre içinde göreceğiz.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Seçmen ne dedi? - Barış Doster

Türkiye bir seçimi daha geride bıraktı. Seçim sonrasında her parti kendisini başarılı saydığından, bir kez daha, İngilizlerin ünlü devlet adamı Benjamin Disraeli’nin şu sözünü anımsatmakta yarar var: “Yalanlar üçe ayrılır. Yalanlar, kuyruklu yalanlar, istatistikler”. O nedenle, siyasetçilerin gerçekleri eğip bükmesine fırsat vermeden, hakikatin peşine kendimiz düşelim. Seçimlerin muhasebesini ve siyasal tahlilini, soğukkanlı biçimde yapalım. 

Birincisi, seçime katılım oranının yüksekliği (yüzde 84; 2014 yerel seçimlerinde bu oran yüzde 89 idi) önemlidir. Birinci Meşrutiyet’ten bu yana Meclis ve seçim geleneği olan, son 17 yılda 15. kez sandığa giden seçmenlerin sandığa sahip çıkması, olumludur.

İkincisi, iktidar bloku ve muhalefet arasındaki yüzde 52 - yüzde 48 oy dağılımı bu seçimde de değişmemiştir. AKP’deki düşük oy kaybı, batıda, büyük şehirlerde muhalefete, iç bölgelerde ve küçük yerleşim birimlerinde ortağı MHP’ye yaramıştır. 

Üçüncüsü, iktidarın kutuplaştırıcı söylemine, seçimleri “beka meselesi” olarak görmesine karşın, hayat pahalılığı ve işsizlik, seçim sonuçlarında belirleyici olmuştur.
Dördüncüsü, AKP, elindeki pek çok belediyeyi kaybetse de, oyunu büyük ölçüde koruduğu için (yüzde 44); ortağı MHP, oyu azalsa ve Adana, Mersin gibi önemli birkaç ili kaybetse de, ortağının elindeki önemli bazı belediyeleri kazandığı için; CHP, hem oyunu artırdığı hem üç büyükşehir dahil önemli kentlerde başarılı olduğu için; İYİ Parti, belediye başkanlığı sayısında umduğunu bulamasa da, oy oranı açısından MHP’yi geçtiği için; HDP, oyu azalsa ve güçlü olduğu birkaç ili kaybetse de, en büyük hedefi olan “kayyım atanan belediye yönetimlerini geri almak” hedefini önemli ölçüde tutturduğu için, kendilerini başarılı saymaktadırlar.

İmamoğlu ve Maçoğlu
Beşincisi, seçimin en çok parlayan ismi CHP’nin İstanbul anakent adayı Ekrem İmamoğlu’dur. Her ne kadar daha şimdiden kimileri İmamoğlu için gelecekte CHP genel başkanlığı, Cumhurbaşkanı adaylığı gibi başka makamlar dillendirse de, seçim süreci, özellikle de seçim gecesi boyunca aldığı tutum, İmamoğlu’nun dikkatli, özenli, temkinli bir siyasetçi olduğunu göstermiştir. Bu açıdan da başarılıdır. 

Altıncısı, seçimlerin bir diğer kazanan ismi, Tunceli’de, hem CHP’ye hem HDP’ye karşı yarışan, PKK terör örgütünce tehdit edilen TKP adayı Fatih Mehmet Maçoğlu’dur. Başarısı, toplumcu, halkçı, kamucu belediyeciliğin; kooperatifçiliğin; dürüst, saydam, hesap verebilir yönetimin başarısıdır. Sonuç, sandığa bırakılmış bir kırmızı karanfildir.
Yedincisi; DSP’nin hiçbir iddiası kalmamıştır. Birkaç seçim çevresinde CHP’li adayların kaybetmesine neden olmuştur, o kadar. Siyasi deneyimi de, parti değiştirme tecrübesi de hayli yüksek olan DSP adaylarına (Şişli’de Mustafa Sarıgül, Gaziantep’te Celal Doğan, Kars’ta Naif Alibeyoğlu gibi) seçmen ders vermiştir. 

Kıssadan Hisse: Seçimler, savaş değil yarıştır; partiler düşman değil, rakiptir. Seçimlerde Türkiye’nin cumhuriyetçi birikimi, demokratik deneyimi kazanmıştır.

Barış Doster / CUMHURİYET

Yerel seçim sonuçları üzerine - OĞUZ OYAN

Geçen hafta 1989 ve 2009 yerel seçim sonuçlarıyla olası 2019 sonuçlarını karşılaştırırken, anamuhalefet açısından 2019'un 1989 ile 2009 sonuçları arasında bir yerde duracağını yazmıştık. Bu öngörümüz esas olarak gerçekleşti ama şimdi daha yakından bakma zamanı.


2019 seçimlerinde CHP'nin oyu yüzde 30 civarında oluşarak 1989'daki SHP oylarını yakalamış durumda. Bunun arkasındaki neden, her iki seçimde de Kürt kökenli seçmenlerin anamuhalefet partisine (veya içinde yer aldığı İttifak'a) yönelmiş olmasıdır. 1989'un farkı, Doğu/Güneydoğu illerinde de -bir bölge partisinin yokluğunda- benzer bir yönelişin olmasıydı. Neticede 1989'da 67 il belediyesinin 39'unu yani toplamın yüzde 58'ini SHP kazanmıştı. 2019'da CHP'nin kazandığı belediye sayısı, 10'u büyükşehir olmak üzere 21'dir veya toplamın (21/81=) yüzde 26'sıdır.  (Aslında bu illere, CHP'li Mehmet Siyam Kesimoğlu'nun, CHP yönetimine adeta ders vererek bağımsız olarak kazandığı Kırklareli de eklenebilir). AKP'nin bu seçimlerde Cumhur ittifakı içinde kazanabildiği il sayısı ise 39'dur yani toplamın (39/81=) yüzde 48'dir.

Bununla birlikte farklı siyasi konjonktürlerde yer alan 2019'u 1989'la niceliksel bir karşılaştırma içine sokamayız. Buna iki neden daha eklenebilir: Birincisi, İstanbul ve Ankara'nın iktidar partisinden alınmış olması bakımından 2019 seçim sonuçları 1989'la niteliksel bakımdan karşılaştırılabilir önemdedir. Üstelik, bu iki ilin 1994-2019 döneminde yani çeyrek yüzyıldır AKP zihniyeti elinde olduğunu hesaba katarsak, daha bile önemli sayılabilir. İkincisi, 17 yıldır merkezi iktidarı da elinde tutan ve girdiği yolda yeni meşruiyet desteklerine ihtiyacı olan bir siyaset açısından, ivmeyi tersine döndüren bir başlangıç da olabilir. Ekonomik ve siyasi merkezleri elinde tutamayan bir iktidar otokratik yapısını korumakta zorlanacağı gibi teokratik rejim inşasını da sürdüremez.

2019'u 2009 yerel seçimleriyle karşılaştırırken ise iki boyutta ele almak gerekir. Birincisi, CHP'ce 2019'da kazanılan 21 il, üstelik bunlara İstanbul ve Ankara eklenince, 2009'da kazanılan 13 il düzeyini çok aşmıştır. İkinci boyut, AKP'nin 2019'da yüzde 44,5 oy oranıyla 2009'da gerilediği düzeyin (yüzde 38,8) oldukça üzerinde tutunabilmesi, üstelik MHP'yle birlikte yüzde 51'i aşan bir oranı koruyabilmesidir. Kuşkusuz AKP ve MHP cenahı bunun altını şimdiden çizmeye özen göstermektedir. Bu, hem bir kaybeden tesellisidir, hem kitlesini ayakta tutmanın bir aracıdır, ama hem de dayanacağı bir meşruiyet zemininin -iddiası zayıflasa da- sürdüğünü kanıtlama ihtiyacıdır.

AKP 2019'daki kriz konjonktüründe tahminlerin üzerinde oy almış, hatta 2018 seçimlerine göre dahi oy oranını arttırmıştır. Bununla birlikte RTE/AKP bu yerel seçimleri kaybetmiştir, zira iddiasının çok gerisinde kalmıştır. Çünkü AKP/RTE'ye tepki bu defa büyükkentlerde ve cumhuriyetçi geleneği olan kentlerde daha belirgin olmuştur. AKP ülke düzeyinde oylarını genelde korurken, bu oyların dağılımında çalışan ince seçmen ayarları aleyhine sonuçlar vermiştir. Bunu, yerel seçimlerin cilvelerinden saymak da mümkündür.

***

Cumhur İttifakı bu seçimlerin kaybedeni olmakla birlikte, MHP seçimlerden kazançlı çıkmış, AKP'nin tersine oylarını koruyamadığı halde elindeki belediye sayısını 8'den 12'ye yükseltebilmiştir.

İYİ Parti ise, hem oy oranı hem de kazandığı belediye sayısı bakımından bu seçimlerin kaybeden partisidir. Hiçbir il merkezini alamadığı gibi, ilçelerdeki başarısı da sınırlıdır. Bununla birlikte, CHP'nin bazı illeri almasının HDP ile birlikte belirleyicisi olmuştur. Balıkesir ve Uşak gibi illerin CHP'li bir adayla daha kolay kazanılabileceği de ortaya çıkmıştır. Her durumda, bu seçimlerin İYİ Parti'yi karıştıracağı ve önümüzdeki 4-5 yıl içinde varlığını korumakta zorlanacağı varsayılabilir.

HDP de aslında bu seçimlerin kaybedenidir. Batı illerinde Millet İttifakını destekleyerek oy kaybını göze aldığı biliniyordu. Ancak çekildiği "bölge partisi" konumunu dahi AKP'ye karşı korumakta zorlanmış ve iddialı olduğu illerde başarılı olamamıştır. Tunceli'de merkez ilçeyi yitirmesi bir yana, hiçbir ilçeyi alamamıştır. Bu arada Muş ve Şırnak gibi güçlü olduğu illeri de yitirmiştir. İlginç olan şey, AKP'nin HDP'yi ötekileştiren konuşmalarının ilk bakışta Batı'dan çok Doğu'da sonuç vermiş gözükmesidir. Gerçi bu tam doğru değildir; Balıkesir, Denizli, Uşak, Zonguldak ve Giresun gibi illerden İzmir gibi bir ilin kırsal yaşamı yoğun çevre ilçelerine kadar AKP'nin kutuplaştırıcı konuşmalarının sonuçlarda etkili olmadığı söylenemez. Her durumda, HDP'nin bu seçimlerden sonra bir siyasi muhasebeye yönelmesi beklenebilir.

Bu seçimlerin parti olarak bir diğer kazananı TKP olmuştur. TKP, Türkiye'nin bütün illerinde ve bazı önemli ilçelerinde (toplamda 160 yerde) seçimlere katılarak kendi nicel gücünü aşarak sınayan bir kampanya ve örgütlenme içine girebilmiştir. Daha önemlisi, Dersim Demokratik Halk Dayanışması'nın ortak adayı Fatih Mehmet Maçoğlu'nun TKP adayı olarak Tunceli'yi kazanmış olmasıdır. Bu, çok önemli bir tarihsel ve simgesel başarıdır. Türkiye siyaset yaşamına komünist bir siyasal seçeneğin girmiş olması, kuşkusuz Ovacık örneğinden çok daha anlamlı olacaktır.

***

İstanbul seçimlerini tartışılır kılmaya yönelik AKP atraksiyonlarını çok fazla ciddiye almamak gereğini belirtmeden bitirmeyelim. Bir kere, YSK'nın seçimin geçici sonuçlarını açıklayarak Ekrem İmamoğlu'nun seçildiğini işaret etmesi, tersine kolay çevrilebilir değildir. YSK Başkanının dünkü açıklamasında, iktidarın özel ajansı gibi davranarak suçüstü yakalanmış olan Anadolu Ajansı ile arasına mesafe koymaya özel çaba sarfetmesi de anlamsız değildir. İkincisi, AKP'nin itirazının gerekçesi yapmaya çalıştığı geçersiz oylar meselesi, her seçimin bir sorunudur ve 2019 seçimlerindeki geçersiz oy sayısı önceki seçimlerden daha fazla değildir. Kaldı ki, bu oylara ilişkin itirazlar zaten sandık başkanlıklarına yapılmış ve sonuca bağlanmış olduğu için, buradan oy devşirmek pek mümkün değildir. Üstelik, bazı oyların geçerli sayılması halinde, bunların hepsinin iktidar hesabına yazılması da imkansızdır. Üçüncüsü, CHP ilk kez ıslak imzalı sandık seçim tutanaklarını hiç olmazsa İstanbul için eksiksiz toplamış durumdadır. Dolayısıyla elinde ciddi bir koz bulundurmaktadır ve hem iktidar hem de YSK'nın bunun farkında olmadığı düşünülemez.

Peki AKP neden bu yaygarayı yapıyor? Çünkü, hezimetin kendi tabanınca sindirilmesi ve bu arada "birşeyler yapılıyor" görüntüsü vermeye ihtiyacı var. Ankara'yı dahi "itiraz"a dahil etmesi, İstanbul'da itiraz gerekçesini güçlendirmek içindir. Ayrıca, zaman kazanmaya çalışmasının bir nedeninin de, kaybettikleri belediyelerin malvarlıklarının kazandıkları ilçe belediyelerine aktarılması operasyonuyla ilişkili olabileceğini görmek gerekiyor. Nitekim bu usulsüz işlemlerin Ankara'da kokuları çıkmaya başladı bile. Başka kirli hesapların kapatılmak istenebileceğini de dikkate almak gerekir.

Sonsöz anamuhalefet partisine. Bu seçimlerde çeşitli uygun koşullar biraraya geldi ve CHP'nin oyu yüzde 30 eşiğini aşmış göründü. Ancak emanet oylara bakıp ileriye dönük hesap yapılamaz. Seçim akşamı CHP Başkanının seçim yorumu yapmak yerine 1 Nisan'dan sonra ekonomik krize karşı çözüm üretmeye dikkat çekmesi, iktidar ile sanki bir kader birliği içindeymiş gibi konuşması, CHP yönetiminin geleceğe yönelik mücadele planlarının sermayenin gölgesinden çıkamayacağını bir kez daha göstermiştir. Bu, CHP gibi düzen içi bir parti açısından dahi umut kesicidir. CHP tabanı gecikmeden bunun farkına varmak zorundadır.

Oğuz Oyan / SOL

Aşı Karşıtı Kampanyaların Tarihçesi - Evrim Ağacı

Tarihteki Aşı Karşıtı Hareketler

Tıp ve eczacılık uzmanları aşıyı 20. Yüzyıl’da toplum sağlığı için en önemli  10 başarıdan biri olarak tanımlıyor. Yine de aşıya karşı muhalefet de, en az aşı kadar uzun bir geçmişe sahip. Aşı karşıtı eleştriler 19. yüzyılın 2. yarısında İngiltere ve Birleşik Devletler'de ortaya çıkan çiçek aşısı karşıtı gruplar gibi pek çok farklı şekillerde varolmuştur. Bu grupların sonucu olarak difteri, tetanoz, boğmaca, kızamık, kabakulak ve kızamıkçık gibi daha yeni aşıların kullanımı ve güvenilirliği hakkında ve timerosal adlı koruyucu maddenin kullanımı hakkında pek çok tartışma yaşanmıştır.
 Çiçek Salgını ve Britanya'daki Aşı Karşıtı Birlikler
Çiçek aşısı ilk olarak 19. yüzyılın başlarında Edward Jenner’ın sığır çiçeği virüsü deneyleri sonucunda bulundu. Jenner deneyleri sayesinde bir çocuğun koluna sığır çiçeği kabarcığındaki lenf ekleyerek onun sığır virüsünden korunabileceğini ispatladı. Jenner'ın fikirleri o devir için yeniydi ancak inanılmaz bir halk eleştrisine maruz kaldı. Bu eleştriler sıhhi, dini, bilimsel ve politik sebeplere dayanıyordu.
Bazı evebeynler için çiçek aşısının kendisi zaten korkunç bir protesto sebebiydi. Bir çocuğun kolunun çizilmesini ve önceden bağışıklık kazanmış bünyedeki bir kabarcıktan alınan lenfin eklenmesini içeriyordu. Yerel rahiplerin de dahil olduğu bazı eleştirmenlere göre aşı dine aykırıydı çünkü hayvandan geliyordu. Diğer aşı karşıtlarının hoşnutsuzluğu ise tıp bilimine olan genel güvensizliklerinden kaynaklanıyordu ve Jenner'in fikriyle salgının artacağını düşünüyorlardı. Aşıyla ilgili en etkili şüphe ise bazı şüphecilerin çiçek hastalığının atmosferdeki çürüyen bir maddeden kaynaklandığı iddiasıydı.
Sonunda pek çok kişi aşıya itiraz etti çünkü hükümetin zorunlu aşı politikaları yüzünden insanlar bunun kişisel özgürlüklerini ihlal ettiğini düşünüyordu.

ABD'de, 1853 aşı yasasıyla 3 aylık bebekler için aşı zorunlu hale getirildi ve 1867 aşı yasası aşıyı rededenler için ceza ekleyerek yaş kuralını 14 e genişletti. Yasalar; çocuklarının ve kendilerinin vücutlarının kontrol hakkını kendinde gören vatandaşlar tarafından büyük bir dirençle karşılandı. Zorunlu aşı yasalarına tepki olarak Anti-Aşı Birliği ve Anti-zorunlu aşı birlikleri kuruldu ve sayısız aşı karşıtı dergi ortaya çıktı.

Yakın tarihte yapılan "aşı karşıtı" gösterilerden birinde "Çocuklarımızı zehirlemeyi bırakın!" yazan bir pankart.



Leicester kenti aşı karşıtı etkinliklerin yuvası oldu ve yüzlerce aşı karşıtı toplantıya ev sahipliği yaptı. Yerel bir gazetenin anlatışıyla toplantı şöyle oldu: "Genç bir anne ve iki adam bir afiş taşıyarak eskort oluşturdular. Hepsi de hapise girmeyi çocuklarının aşı olmasına tercih etmişlerdi. İnanılmaz bir kalabalık bu üçüne katıldı. Daha sonra 3 içten alkış artarak ve binlere ulaşarak polis hücrelerine sesleri duyurdukları için üçüde salındı." Mart 1885 Leicester gösterisi tarihteki en büyük aşı karşıtı gösterilerden biriydi. Ellerinde pankartlar, bir çocuğun tabutu ve Jenner'in büstü olan 80.000-100.000 civarındaki insan, aşı karşıtı çok büyük bir yürüyüş yaptı.
Bu gelişmeler ve genel aşı muhalefeti, hükümeti, aşıyı araştıracak bir komisyon kurmaya itti. 1896'da komisyon aşının çiçek hastalığından koruduğuna karar verdi ama aşı olmak istemeyenlere verilen cezanın kaldırılmasını önerdi. 1898 aşı yasasıyla aşının faydalı olacağına inanmayan evebeynlerin bir muhafiyet belgesi almasına engel olan "vicdani red yasağı" da dahil olmak üzere bütün cezalar kaldırıldı.
 ABD'deki Çiçek Salgını ve Aşı Karşıtı Birlikler
19. Yüzyıla doğru çiçek hastalığı, aşı kampanyaları ve aşı karşıtı aktivitelerle beraber Birleşik Devletler'de ortaya çıktı. Amerika Anti-Aşı Derneği, 1879 yılında William Tebb isminde İngiliz bir aşı karşıtının Amerika'ya gelmesiyle kuruldu. Bunu New England aşı karşıtı birliği (1882) ve New York anti-aşı birliği izledi (1885). Amerikan aşı karşıtları California, Wisconsin ve Illinois dahil pek çok eyalette aşıya karşı davalar açtılar. 1902 yılında çiçek salgını ortaya çıkınca Cambridge şehri sağlık kurulu tüm şehir sakinlerinin çiçek aşısı olmasını zorunlu kıldı. Şehir sakini Hening Jacobson kendi vücut bakımı için en iyisini kendi bildiği gerekçesiyle aşıyı redetti. Buna karşılık devlet kendisine karşı dava açtı. Yerel mahkemedeki davayı kaybettikten sonra Jacobson davayı Birleşik Devletler yüksek mahkemesine taşıdı. 1905 yılında "Devlet, halkın iyiliği için bulaşıcı bir hastalık durumunda zorunlu yasa çıkarabilir." hükmü veren mahkemeyle Jacobson davayı kaybetti. Bu halkın sağlığı hukukunda Birleşik Devletler yüksek mahkemesinde devletin gücünü gösteren ilk olaydı.


Çiçek hastalığına sahip bir çocuk



Difteri, Tetanoz ve Boğmaca Aşıları Tartışmaları
Aşı karşıtlığı ve aşı tartışmaları yalnızca uzak geçmişte varolmadı. 70'li yılların ortalarında difteri aşısının güvenilirliğiyle ilgili Avrupa, Asya, Avustralya ve Kuzey Amerika'da uluslarası bir tartışma ortaya çıktı. Birleşik Krallık'ta bu tartışmanın sonucu olarak Great Ormond Street hastahanesinden gelen raporda 36 çocuğun difteri aşısı sonrası nörolojik eziyet çektiği iddia edildi. Televizyon belgeselleri ve gazete raporları halkın ilgisini aşı tartışmasına çekti. Aşı Hasarlı Çocuk Evebeynleri Derneği (A.H.Ç.E.D.) adında bir savunma grubu, halkın ilgisini difteri hastalığının risklerine çekerek aşı muhalefetini kırdı.

Difteriye neden olan Corynebacterium türü...



Aşı oranındaki düşüşler ve 3 büyük boğmaca salgınından sonra, Aşı ve Bağışıklık Ortak Komitesi (A.B.O.K.), İlgiltere'deki Bağımsız ve Uzman bir Aşı Komitesi, aşının güvenilirliğini onayladı. Her şeye rağmen tıp mesleği içindeki farklı görüşler nedeniyle toplumun kafa karışıklığı devam etti. Örneğin İlgiltere'de 70'li yılların sonlarında tıp insanları arasında yapılan anketler bu insanların aşıyı bütün hastalarına önermekte isteksiz olduklarını gösterdi. Ayrıca samimi bir hekim ve aşı karşıtı olan Gordon Stewart, difteride nörolojik bozuklukların ve rahatsızlıkların rapor edildiği olayları içeren bir kitap serisi yayınlayarak tartışmayı alevlendirdi. Cevap olarak A.B.O.K. ulusal çocuk ensefalopati çalışmasını (U.Ç.E.Ç.) başlattı. Araştırma İngiltere'de 2 ile 36 ay arasında olup nörolojik problemlerden hastahanelik olan hiçbir çocuğun durumlarının aşıyla ilgili olmadığını ortaya çıkardı. Araştırma sonuçları riskin çok az olduğunu gösterdi ve bu veriler ulusal aşı yanlılığı kampanyasına destek verdi. A.H.Ç.E.D. üyeleri tanıma ve tazminat amacıyla mahkemede tartışmaya devam ettiler ama zarar ve difteri arasındaki bağlantıya ilişkin kanıt eksikliği nedeniyle her iki talepleri de rededildi.
Birleşik Devletler'deki tartışma ise medyanın difterinin risklerine ilgi çekmesiyle başladı. 1982 yılındaki bir belgeselde (DTP: Vaccination roulette) aşının yan etkilerine ilgi çekildi ve yararları minimize edildi. Benzer bir şekilde 1991'de bir kitap (A Shot in The Dark) potansiyel riski özetledi. Tıpkı İngiltere'deki gibi öfkeli evebeynler kurban savunma grupları oluşturuldu ancak Pediatri Akademisi ve Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri gibi tıbbi organizasyonların karşı hareketi İngiltere'dekinden daha güçlüydü. Medya fırtınası birkaç davayı aşı üreticilerine karşı kışkırtıp aşı fiyatlarını yükseltmesine ve bazı şirketlerin aşı üretimini durdurmasına sebep olmasına rağmen tartışma; aşı oranını İlgiltere'dekinden daha az etkiledi.
Kızamık, Kabakulak ve Kızamıkçık Aşısı Tartışmaları
Difteri tartışmalarından yaklaşık 25 yıl sonra İngiltere bu seferde Kızamıkçık aşısı tartışmalarıyla çalkalanmaya başladı.

1998 yılında Britanyalı bir doktor olan Andrew Wakefield, bağırsak hastalıkları, otizm ve Kızamıkçık hakkında bağlantılı ve karma tek bir aşı üretilebileceğini öne sürdü. Birkaç yıl sonra Wakefield aşının kullanıma sunulmadan önce hala yeteri kadar test edilmediğini kabul etti. Medya bu hikayeleri duydu sonra halkın aşının güvenilirliğine olan korkusunu ve kararsızlığını ateşledi. Başlangıçta Wakefield'ın çalışmalarıyla ilgili yayın yapan The Lancet gazetesi 2004 yılında yayınlamaması gerektiği halde aşının gelişim sürecini yayınladı. Doktorlar için İngiltere'deki bağımsız bir düzenleyici olan Merkezi Tıp Konseyi (M.T.K.) Wakefield’ın "Ağır bir çıkar çatışması" içinde olduğunu tespit etti. Hukuk kurulundan aşının çocuklarına zarar vereceğine inanan evebeynlerin yeterli kanıta sahip olup olmadığını bulması için para aldı. 2010 yılında İngiliz Genel Tıp Konseyi çeşitli alanlarda Wakefield aleyhine kararlar verdikten sonra Lancet Wakefield’ın çalışmalarını yayınlamayı bıraktı. Wakefield tıbbi kayıtlardan vuruldu ve bir daha İngiltere'de tıp araştırmaları yapamadı. 2011 Ocak ayında BMJ, gazeteci Brian Deer'ın Wakefield'ın bilimsel bir üçkağıt düzenlemeye teşebbüs ettiğini, verileri yanıltarak deneyinden birkaç farklı yolla çıkar elde etmeyi hedeflediğine dair kanıtları içeren bir dizisini yayınladı.


Kızamık olan bir çocuk



Aşının güvenilirliğini test etmek için çok sayıda araştırma yapılmıştır, ama hiçbiri kızamıkçık ile otizm hastalıklarının bağlantılı olduğuyla ilgili bir sonuç bulamamıştır.
Yeşil Aşılarımız
Timerosal,aşılarda koruyucu madde olarak kullanılan civa içeren bir birleşik, aynı zamanda aşılama ve otizm tartışmalarının merkezidir. Aşılardaki az miktarlardaki timerosalın bir zararı olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen 1999 temmuzunda Birleşik Devletler toplum sağlığı ve Tıbbi organizasyonlar ve aşı üreticilerinin aşılardaki timerosal miktarının ihtiyadi tedbir olarak azaltılması konusunda anlaştılar. 2001'de Tıbbi Bağışıklama Güvenlik Hizmetleri Enstitüsü bir rapor çıkartarak timerosalın çocukluk aşılarında otizme sebebiyet verdiğini kanıtlayacak yeteri kadar delil olmadığı sonucuna, deneklerde dikkat ve aşırı duyarlılık bozukluğu gözlemlenmediğine, konuşma ve dil bozuklukları yaratmadığı sonucuna vardılar. Daha güncel bir raporla komite "Timerosal içeren aşı ile otizm arasında nedensel bir ilişki olduğunun reddinden yana" bir karar açıkladı. Bu bulgulara rağmen, bazı araştırmacılar timerosal ve otizm arasında bir bağlantı olabileceği ihtimali üzerine araştırma yapmaya devam ediyorlar.


Bebeklerde aşılama örneği



Bilimsel kanıtlara rağmen timerosalla ilgili haberler halka ulaştı. Aşılardaki zehirlerin arınırılmasını isteyen ve bu madelerin otizme yol açacağını düşünen insanlar tarafından oluşturulan bir hareket olan "Yeşil Aşılarımız" kampanyasının başlamasına sebep oldu. Ünlü Jenny McCarthy'nin savunma grubu "Generation Rescue" ve Otizmi Tedaviyi Konuşma Organizasyonu (O.T.K.O.)bu hareketin başarılarından bazılarıdır.                           
Sonuç Olarak
Zaman değişti, duygular ve derin köklenmiş inançlar -ister politik, ister felsefi, ister ruhani olsun- değişti, ama aşı muhalefetine sebep olan gerçek Edward Jenner aşıyı icat ettiğinden beri aynı kaldı.
Evrim Ağacı 
Kaynak: Bu yazı History of Vaccines sitesinden çevrilmiştir.