Bu Blogda Ara

Cumartesi, Mart 30, 2019

Duvar - ORHAN GÖKDEMİR

İsmet İnönü solcu muydu?

Önde gelen aktörlerinden olduğu devrimin ışığı 1930’lu yılların ortasında sönmüştü. Kurucusu olduğu devletin resmi partisi CHP ise 1940’lı yıllarda çoktan düşüşe geçmişti. Partinin devrimi silikti ama genç devletin sopası hala elindeydi. Devrim istemiyordu ama sopa sallamaktan vazgeçmiyordu. İçinden çıkan DP o sopayı elinden alma iddiasındaydı. Bunun için halkın desteğine ihtiyaç duyduğu sürece demokrat göründü. Halkın desteğiyle sopayı eline geçirir geçmez “demokratik” gericilikten, “mutlakiyetçi” gericiliğe doğru yelken açtı. İnönü bile iktidarı “adım adım mutlakıyete gidiyoruz” diye uyarmak ihtiyacı hissetmişti.
Demokrat Parti için “demokrasi” halkın oyunu almaktan ibaretti. Büyük toprak sahipleri ve tüccarlarla iş birliği halinde devlete el koydu, CHP’yi bütünüyle iktidardan uzaklaştırdı. Sonra iktidarı muhalefetiyle hep birlikte Batıya yaranma yarışına girdiler. Türkiye’nin NATO’ya girişi ve Emperyalizmin sıradan bir ileri karakolu haline gelişi bu yıllardadır. Ezilen mazlum milletlerin direniş örneği olan ülke az zamanda sıradan bir üçüncü dünya ülkesi haline gelmiş, bir bilinmeze doğru yuvarlanıyordu.

“Demokrat” iktidar, uçurumu fark etmiş İnönü’nün alçak sesli itirazlarına bazı CHP milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırarak cevap verdi. Sonra aydınları hedef aldı. Fütursuzca saldırıyor, kırıyor, döküyordu. Sansür kural haline gelmişti. Freni patlamış Adnan Menderes, CHP’nin mallarına el koymaktan söz ediyordu. Üniversiteler kaynaşıyor, öğrenci hareketleri hızla büyüyordu. SBF Dekanı Turhan Feyzioğlu’nun görevden alınması büyük bir aydın hareketinin başlama vuruşu olmuştu. DP’nin geri çekilme kabiliyeti olmadığı anlaşılmıştı.

Kurucu partinin sola meyletmesi de bu sıkışmışlık nedeniyleydi. 1957 seçimlerine doğru giderken CHP “sosyal demokrat ilkelerden” söz ediyordu artık.

İktisadi-sosyal gelişmeler CHP’yi böylesine bir değişime zorlarken DP’nin kurucu babalarından Celal Bayar 50 yıl içinde 50 milyon nüfusa ulaşmış küçük bir Amerika yaratma hayalinden söz ediyordu hâlâ. Ama her halükârda Komünizmle mücadele ortak birleştirici paydalarıydı. CHP’yi ülkeyi Komünist Rusya’ya satmakla suçlayan Menderes Batıdan umduğu desteği alamayacağını anlayıp Rusya’ya yanaşınca alaşağı edildi.

Fakat DP silahlı müdahaleyle tarihe karışınca CHP üzerindeki sol baskı daha da artmıştı. 1960’lı yıllar ülkenin sola açılış yıllarıydı. Umulmadık bir biçimde meclise girmeyi başaran TİP düzenin aktörlerini ürkütmüştü. CHP’ye duvar örme rolü düşüyordu bu durumda. İnönü buna cevap olarak “ortanın solu” kavramını icat edecekti. Şöyle diyordu: “Ülke tam sola kayıyordu, ortanın solunun gerekçesi tam sola gidişin önlenmesidir… Marksizm ve aşırı ucu komünizmle tam karşı karşıyayız… Ortanın solu, ortanın çok soluna da çok sağına da bir duvardır.”
Ne İnönü ne de CHP solcuydu. Solculukları engellemek için var oldukları şeyin yansımasıydı. Düzeni korumak için ördükleri o duvara önünde dövüşen, direnen solun gölgesi düşüyordu.

***

Ecevit solcu muydu?

Sokağın sola, devletin sağa kaydığı bir dönemde yükseldi. DP’nin açtığı yol tamamına ermişti, artık bürokrasi bütünüyle sağın kontrolündeydi. 27 Mayıs’a karşı sağ bir darbe olarak ortaya çıkan 12 Mart darbesinin amacı sokağın sola kaymasına engel olmaktı. 15-16 Haziran işçi direnişi sokağın gücünün nelere kadir olduğunu bir kez daha göstermişti. Döneminin Genelkurmay Başkanı General Memduh Tağmaç endişeyle 15-16 Haziran olaylarını izlemiş ve “sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” diye özetlemişti durumu. İnönü’nün “ortanın solu” duvarı sosyal gelişmeyi durduramamıştı.

Genç Bülent Ecevit daha yaratıcı bir yol bulmuştu. Dediğine göre ortanın solu sosyal demokrasiye işaret ettiği için halktan itibar görmemişti. “Demokratik sol” ondan daha uygun bir kavramdı. Açıkça söylüyordu zaten; demokratik sol, Marksizm’den kaynaklanan sosyal demokrasi ile CHP arasına mesafe koyma ihtiyacından ortaya çıkmıştı.

İnönü gitti Ecevit geldi. 12 Mart solun yükselişini durduramayınca İslamcı MSP ile koalisyon hükumeti kurup yeni duvar örmeye girişti. O da yeterli olmayınca MC hükumetleri dönemi geldi. Faili meçhul cinayetler, devlet terörü, yoksulluk sokağa indi. Düşük yoğunluklu iç savaş sokağın sola kaymasına sağa kaymış devletin cevabıydı. Ülke hızla 12 Eylül karanlığına doğru yuvarlanıyordu.

Ecevit’in düzen nezdinde en büyük başarısı 1970’li yıllarda sokağı bütünüyle ele geçirmiş görünen solu arkasına takması oldu. İktidar perspektifinden bütünüyle uzak olan sol “Umudumuz Ecevit” histerisinin yayılmasına hizmet ederek, sokakta bir umut olma duruşunu kısa zamanda kaybetti. Sol ne zaman umudu dışarıda aramaya kalkmışsa faşizm gelip çuvallanmıştır üzerine.

Halbuki Ecevit “demokratik solun” Komünizmi engellemenin yolu olduğunu açıkça söylüyordu. Çok genç bir politikacıyken Ulus Gazetesinde şöyle yazmıştı: “Komünizme karşı başarılı mücadelenin başlıca şartlarından biri, Komünizmin, bilhassa kalkınmamış memleketler halklarına vadettiği bazı maddi nimetleri demokratik metotlarla da sağlamak, hem belki daha kolayca sağlamak mümkün olduğuna, bu nimetlere kavuşabilmek için siyasal hak ve hürriyetlerden geniş fedakârlıklarda bulunmak gerekmediğine halkı inandırabilmektir. Komünizme karşı başarılı mücadelenin başka bir şartı da, ‘gelecek nesillerin refah ve saadeti’ uğrunda bugün yaşayan insanların aşırı fedakârlıklara, ağır sıkıntılara katlanmaları gerekmediğini göstermektir.”

Kabın taşmaması için yoksulluğu, baskıyı hafifletecek tedbirler alınmalıydı. Tehlike büyüktü, aşırı sol akımlar halkın isyan duygusundan beslenip yaygın hale geliyordu. Ortanın solu sağlam bir duvar olacaktı.  “Komünizmi CHP önleyecektir. O güçlü oldukça, Türkiye’de komünizm olamayacaktır” diyordu büyük bir özgüvenle.

90’ların ikinci yarısında bürokrasinin devleti teslim ettiği Nurcu Fethullah Gülen’e yaslanarak “solculaşan” CHP’ye tepki olarak kurduğu Demokratik Sol Parti’yi iktidara taşımayı başardı. DSP hem sola, hem de aydınlara kapalıydı ama Fethullahçılara açıktı. “Tarikatları laiklikle bağdaşan ve bağdaşmayan olarak ayırmak gerekir” diyordu. Fethullah’ın tarikatı bağdaşıyordu!

Gericilerle, faşistlerle iş birliği içinde ülkeyi 12 Eylül karanlığının içine itmekte önemli rol oynayan Ecevit, 2000’li yılların başında AKP gericiliğine giden yolu da bizzat döşemişti.

Ne Ecevit ne de DSP’si solcuydu. Ecevit’e ve partisine, örnek olsun, Fethullahçı diyebiliriz ama solcu dememiz mümkün değildir. Solculuğu, engellemek için var olduğu şeyin yansımasıydı. Düzeni korumak için ördüğü duvara önünde dövüşen, direnen solun gölgesi düşüyordu.

***

Peki ya Kemal Kılıçdaroğlu?
Yeni CHP’nin başında ama DSP’nin eteklerinden geliyor. Yalçın Hocaya soracak olursanız tarikatçı olma ihtimali yüksek. Bir bakıma Ecevit’in minyatür bir modeli. Ecevit gibi umut yaratamıyor ama sol mecburiyetten “tıpış tıpış” kuyruğuna takılmış durumda. AKP gericiliğinin etkisiyle sol da kendi üzerinden çöktüğünden ara sıra aklına estikçe ulufe dağıtmakla yetiniyor. Bir tarikatçı gibi konuşuyor. Bugüne kadar ağzından sol, laiklik, cumhuriyet sözcüklerinin çıktığına tanık olan yok. Bırakın solculuğunu, sağcılığı kabak gibi ortada. Sol yoksa duvar örme ihtiyacı da yoktur. Talihsizliği bu!

***

CHP’ye çok yüklendiğimizi söylüyor bazı arkadaşlar. Haklılar. Ama şöyle bir durum var; biz düzene yüklenince karşımıza önce CHP duvarı çıkıyor. Solumuzun bir bölümünü de arkasına takarak her seçimde yeniden duvar örüyorlar önümüze. 

Bu tarihin dersidir; CHP’nin ve arkasına takmayı başardığı solun komünizmle mücadeleye katkısı Fethullah Gülen’den daha fazladır. Böyle olur, siz MC’yi, Özal’ı, gericiliği, faşizmi, AKP’yi durdurmak için oy verdiğinizi sanırsınız ama gerçekte durdurduğunuz tek şey solun gelişidir.

Evet yükleniyoruz. Çünkü önce önümüze dikilen duvarı yıkmamız gerektiğini biliyoruz. Onların işi duvar örmekse bizim işimiz de duvar yıkmaktır.

Demek ki soru bizim neden yüklendiğimiz değil, sizin neden yüklenmediğiniz. Yüklenin öyleyse, az kaldı yıkılmasına!

Orhan Gökdemir / SOL

Ütopyası olmadan yaşayamaz insan! - ERHAN NALÇACI

1989’da reel sosyalizmin bir karşı devrimle çözülmesinin sembolü “Duvar”ın yıkılması oldu. Aslında duvar bütün dünyada emekçi sınıfların, aydınların ve ütopyalarımızın üzerine yıkıldı.

Artık tarihi yapacak, toplumu ileriye taşıyacak özne kalmamıştı.
Buna “Elveda Proletarya” dediler.

Artık devrim öncesi, devrim sonrası ayrımı kafalardan silinmişti.

Bunu “Tarihin Sonu” diye adlandırdılar.

İnsanın doğayı ve toplumu bir bütün olarak algılamasına ve tarihsel referanslarla üzerinde düşünmesine, bilimsel bir görüş geliştirmesine gerek kalmamıştı.
Buna “Postmodernizm” dediler.

Emekçi sınıfların daha iyi ve güzel, sömürüsüz ve eşitlikçi bir toplum kurma hayali ve iradesi kötülendi.

Bunu da “Toplum Mühendisliği” diye karaladılar.

Eğer bir insanın geleceğe dair bir tasarımı, bir kurtuluş fikri, bir umudu yoksa ona istediğinizi yaptırabilirsiniz.

Yeri geldi, emekçileri kuralsızca çalıştırdılar, tersanelerde, inşaatlarda canlarına kıydılar, yeri geldi cihadın askeri yaptılar, yeri geldi borçlandırıp tüketimin esiri haline getirdiler.

Ama çok geçmedi, duvarın çöküşünden tam 30 yıl sonra dünya iktisadi, siyasi, ideolojik bir çürüme ve çöküşün eşiğinde buldu kendini.

Sosyalizmsiz geçen 30 yılda kapitalizm her açıdan yolun sonuna geldi.

Şimdi dünyanın her yerinde bir şeyler oluyor.

Birkaç yıl içinde Ovacık’ta ütopya yeniden canlandı.

Ortak üretim, dayanışma, çocukların gelişimi, ortak iradenin şekillenmesi, kadınların eşitliği…

Bu fikirlerin estirdiği rüzgâr bugün yerel seçimlerde komünistlerin bayrağını her yerde dalgalandırdı.

Topluma ait bir gelecek tasarımı bir güneş gibi yavaş yavaş yükseldi ufukta:
Emeğimizle üretilen her şey topluma ait olacak.

Kimsenin işsiz, okulsuz, aç kalmadığı dünyada emek patronlara değil herkese ait olan üretim birimlerinde yoğunlaşacak.

Kadınlar eve, emekçiler yaşam boyu süren ağır işlere mahkûm olmayacaklar. Üretim birimlerinin her biri en gelişkin üretime sahipken, emekçileriyle birlikte felsefenin, bilimin, sanatın, tekniğin, eğitimin, sağlığın bütünleştiği yerler olacak.
Halkları aşağıladıkları, düşmanlaştırdıkları, şovenizmi yaydıkları ve savaşların çıkartıldığı ulusal sınırlar eriyecek, çünkü her üretim biriminin çıktısı bir diğer üretim biriminin girdisi olduğu için üretimin toplumsallaşmasının geldiği düzey sınır tanımayacak.

Bugünün olanaklarıyla kolaylaşan merkezi planlama toplumun eşit ve özgür gelişiminin garantisi haline gelecek.

Bugün hemen bütün toplumsal kaynakları yutan ver emekçi halkların üzerine doğrultulan silahlara yapılan harcamalar sonlanacak, silahlar sadece geçmişin karanlığının anlatıldığı müzelerde görülebilecek.

Bugün silahlanmaya, gereksiz bir tüketime ayrılan, israf edilen ve özel kasalarda para olarak stoklanan dünyanın kaynakları ve zenginliği, kapitalizmin yol açtığı çevre ve sağlık sorunlarının halledilmesi için kullanılacak.

Bu mümkün mü?

Evet, 1917’ye göre dünya buna çok daha fazla hazır. Sosyalizmin deneyimleri, bilimsel veriler, kapitalizmin biriktirdiği sorunların yakıcılığı nasıl heyecan verici bir eşiğe geldiğimizi kanıtlıyor.

Bu pazar yapılacak seçimler; ütopyasını yitirmişler, gözüne düzenin pisliği yapıştığı için ışığın nereden geldiğini fark edemeyenlerle, bir ütopyası, toplumsal bir gelecek kurgusu olanlar arasında gerçekleşecek.

Seçimlerin aydınlık, sömürüsüz, eşitlikçi ve özgür bir dünya hayalini güçlendirmesi dileğiyle…

Erhan Nalçacı / SOL

Korkuya karşı güveni örgütlemek - İLHAN CİHANER

Bir kez daha sandık kuruluyor. İktidar bloğu tükenmiş ve gelecek üretme kapasitesini yitirmiş iktidarını uzatabilmek için sürekli kendisini oylatıyor. İşlerin iyi gitmediğini, ilk önce memleketin “gençleri” sezdiler.


Haziran günlerinde, iktidar bloğunun o dönemki ortağıyla birlikte “çevreyi”, “hukuku”, “demokrasiyi”, “özgürlüklerini”, “güvenceli çalışma imkânlarını”; ezcümle “geleceklerini” ellerinden aldıklarını belli belirsiz biçimde görmeyi başarmışlardı. İktidarın buna cevabı “korku siyasetini” organize ederek harekete geçirmek oldu. O günden itibaren toplumsal muhalefetin bütün unsurlarını bastırarak “korkuyu” siyasete egemen kıldı. 5 yılda 7 defa kurulan sandığın iktidar bloğu için tek amacı “korkuyu” örgütlemek oldu. 
Bu kez “korkuya” ya da “korkutmaya” dayalı siyasal mesajlarını gizleme gereği dahi duymadılar. Hukukun adını anmadıkları gibi, çok yakın geçmişte övündükleri siyasi uygulamalarla bile açıkça çeliştiler. Özellikle referandumlarda “fişlemenin” kaldırıldığının ilan edilmiş olmasına rağmen, bu kayıtları “gazetelere” muhalefeti kriminalize etmek için servis ettiler. Hâlbuki aynı gazeteler o dönemde “fişleme bitti” diye “müjde” veriyorlardı. Esasen bu kayıtları tutanların da FETÖ’cüler olduğu gerçeğini “unutarak.” Bu fişlemelere dayanılarak suç üretilemeyeceği ve seçilmeye engel olmadığı gün gibi ortada olmasına rağmen! 
Korku siyasetine dayalı bu düşmanlaştıran siyaset dili, toplumsal barışa ve bir arada yaşama iradesine büyük darbeler indiriyor. Her ne olursa olsun, bir ülkenin Cumhurbaşkanı, Bakanları ve siyasi liderleri, kendilerine oy vermeyen muhalefeti ve muhalif seçmeni “şeytanlaştırma” hakkına sahip değiller. İktidar bloğuna oy veren vatandaşa “makbul” vermeyene “terörist” yaftası yapıştırılabilir mi? Bu siyaset dilinin kendisi, toplumsal ve siyasal yaşamın temellerini dinamitlemekte. Bizim gibi, toplumsal fay hatlarının çok ve hareketli olduğu bir memlekette bu siyaset dilinin kendisi “yıkım” getirir. Biraz daha iktidarda kalmak adına halkın arasına “nefret tohumları” saçmak büyük “kötülüktür”. AKP’li siyaset elitleri bu siyaset dilini sürdürdükçe, “siyasi nefrete” dayalı “cinnet” anlarına -Erzincan’da Kemal Kılıçdaroğlu’nun posterine kalemle saldıran kadın örneğinde olduğu gibi- ve hatta daha “tehlikelilerine” çokça tanık oluruz.
İktidar bloğunun “korku/tan” siyaseti, “demokrasinin” elde kalan son “kırıntılarını” da tehlikeye atıyor. Yalnızca halkın sandığa giderken “sindirilmesi” olarak değil, aynı zamanda seçim sonuçlarının AKP’li bürokrasi ve her nitelikteki (paramiliter, mafyoz, sermaye, bürokrasi ve hatta belediye çalışanı) taraftarı tarafından sandık sonucuna direnme eğilimini artırması bakımından. Yalnızca Cumhurbaşkanı değil bürokratik konumu itibariyle “yüksek memur” olmak sıfatından daha fazlasına sahip olmayan İçişleri Bakanı bile kendi sözünü “yasa” yerine koyabiliyor!
Artık hepimizin bildiği bir gerçek var: AKP-MHP koalisyonu memleketin ne ekonomik krizine çözüm üretebilecek ne de adaleti, hukuku, demokrasiyi ve toplumsal barışı yeniden tesis edebilecek ferasete, bilgi, beceri ve donanıma sahip. Kaç seçimdir yapabildikleri tek şey, halkı daha fazla korkutmak. Ancak bu halk artık daha fazla kokutulmak, umutsuzluğa kapılmak ve geleceğe güvensiz yaşamak istemiyor!
İktidar blokunun memleketi getirdiği yer karşısında muhalefetin bütününe düşen görev, halkın sorunlarını görmezden gelerek “çiçek böcek edebiyatı” yapmak değil, bu sorunlara çözüm üretebilecek aklı, iradeyi, bilgi, beceri, deneyim ve kadroyu örgütlemektir. Bizim tarihsel deneyimimiz, irademiz, gelecek ufkumuz ve cesaretimiz “yeniyi” kurabilecek güçte. Gündelik yaşamın içerisinde kalarak, halkın sorunlarına daha çok ve içten temas ederek, güveni yeniden örgütlemeyi başarabiliriz!
İLHAN CİHANER / BİRGÜN

Dört soruda dövizde ne yaşandı - HAYRİ KOZANOĞLU

22 Mart Cuma günü Türk Lirası’ndaki sert değer kaybı sonrası Merkez Bankası haftaya döviz kuruna müdahale ederek başladı. Ancak bu müdahalenin maliyeti borsada yüzde 10’un üzerinde değer kaybı ve tahvil faizlerinin yükselmesi oldu.


1- LONDRA’DA NE OLDU?

22 Mart Cuma günü yaşanan döviz kurlarındaki dalgalanmanın ardından, uzmanlar gözlerini Londra’ya çevirdi. Dünya Döviz Piyasaları 7/24 çalışan, açılışı ve kapanışı olmayan piyasalardır. Günde 5.1 trilyon dolarlık döviz el değiştiriyor. Günde, 5 bin 100 milyar dolarlık işlem yapılıyor. Bu işlemlerin yüzde 40’ı Londra’da, yüzde 20’si Amerika Birleşik Devletleri’nde geri kalanı da Hong Kong, Singapur ve Tokyo başta olmak üzere diğer merkezlerde yapılıyor.
O nedenle Londra, sembolik bir anlam taşıyor. Dolayısıyla da Dünya döviz piyasası derken Londra’dan bahsediliyor. Türkiye’yle ilgili işlemlerin de büyük ölçüde, Londra’da yapıldığı bilindiği için; Londra sıkıştı, Londra müdahale etti tarzında bir metafor kullanılıyor.

2- SWAP NEDİR?

Swap’ın Türkçesi; takas-değişme anlamına geliyor. İki ayrı döviz cinsini elinde bulunduran taraflar, bunları kendi aralarında sonra tekrar asıl paraya dönmek üzere değiştiriyorlar. Türkiye, swap piyasalarında çok aktif bir oyuncu. Son günlerin rakamlarını tam olarak bilemiyoruz ama, Merkez Bankası son yayınladığı Finansal İstikrar Raporu’nda, Türkiye’nin 285 milyar TL’lik swap işlemi olduğunun bilgisini verdi. Burada Türkiye, 165 milyar TL’lik bir açık pozisyonuna sahip. Türkiye’den 60 milyar lira düzeyinde TL verilip, döviz alınıyor. 225 milyar TL civarında da döviz verilip, TL alınıyor. Kısacası Türkiye’deki bankalar döviz mevduatlarının çokluğu, döviz kredilerinin ona göre daha az olması sebebiyle aradaki farkı Londra merkezli olarak dövizlerini verip, TL borçlanarak kapatıyorlar. Böylelikle TL cinsinden krediler verebiliyorlar. Ancak kısa vadede, 22 Mart Cuma günü döviz kurlarının yükselmesiyle birlikte Londra’daki spekülatörler bu yükselişin, Pazartesi günü hızlanarak devam edeceği sonucuna varıyorlar. Onun için ellerindeki dolarları vererek swap piyasasında TL cinsinden borçlanıyorlar. Buradaki düşünceyse şu; o TL’leri alıp dövize çevirecekler. Diyelim ki, Cuma günü 5,70’ten kapanan piyasa Pazartesi 6’ya dayanınca, ardından bu dövizleri satıp TL borçlarını çok rahatlıkla ödeyebilecekler ama çeşitli kanallardan Merkez Bankası, TL likiditesini sıkıştırınca, sadece kamu bankaları değil, tüm bankalara swap piyasalarına yönelik likidite vermeme talimatı yollayınca haliyle TL olarak borçlananlar, borçlarını kapatamıyorlar. Döviz düşünce de döviz satışından borçlarını ödemeleri mümkün olmuyor ve piyasa çok sıkışıyor. Yüzde 1000’lerin üzerinde oranlarla karşılaşılıyor. Daha bir hafta evvel bir aylık swap faizleri yüzde 20, gecelik swap faizleri yüzde 25’ken, bir aylık swap faizleri yüzde 30’a, gecelikler ise 1000’e kadar çıkmış oluyor. Uluslararası spekülatörlere Türkiye kısa vadede dayak atmış oldu ama ben bunu şuna benzetiyorum; Türkiye bir kalabalığa daldı, sadece 4-5 kişiye yumruk salladı, onlar da sendelediler. Sendeleyenler toparlandıktan sonra, Türkiye’nin yumruk atamadıkları oyuncularla beraber verecekleri karşı hamle, Türkiye’ye çok daha büyük bir fatura ödetme tehlikesi yaratıyor.

3- ASYA KRİZİ İLE BENZERLİĞİ VAR MI?

Dünya tarihinde bu duruma benzer bir örnek yaşandı mı diye hafızamı zorladım. İlk aklıma gelen de 1997-98 yıllarında yaşanan Asya Krizi sırasında, Hong Kong’da yaşananlar oldu. 98’in Ağustos ayında bir dolar 10 Hong Kong dolarına eşit. Bu tip uygulamalar yapan bir ülkeye dolar girdikçe yerel para artıyor, dolar çıktıkça da azalıyor. Asya Krizi sırasında, Hong Kong dışındaki bütün ülkeler paralarını devalüe ettiler (değerlerini düşürdüler). Hong Kong da bu para kurulu politikasını devam ettirmeye çaba gösterdi. Spekülatörler de bu sistemi nasıl çökertip büyük bir vurgun yaparız diye bir strateji geliştirdiler ve borsada hisseleri açığa sattılar. Yani borçlanıp, kendilerinin olmayan hisseleri sattılar. Bunları daha düşük fiyattan almaya niyetlendiler. Bu durum, kendileri açısından nakit çıkışı gerektirmeyen bir durumdu. Ellerindeki nakitlerle de Hong Kong dolarını satıp Amerikan dolarına geçtiler. Böyle olunca Hong Kong idaresinin elinde iki seçenek kaldı. Bir tanesi Hong Kong dolarını devalüe etmekti. Bu spekülasyonları yapanlar da, bir Amerikan doları 12 Hong Kong doları olunca, dolarlarını 12’den bozduracaklar ve rahatlıkla borçlarını ödeyip büyük bir vurgun yapacaklardı.
İkinci seçenek ise şuydu; Hong Kong yönetimi bunu yapmamakta direnirse, faiz oranları çok yükselecek, faiz oranları yükselince borsa çakılacak bunlar, dolarlarını eski kurdan bozduracaklar ama fiyatı 100 Hong Kong doları olan bir hisse fiyatı, 60’a 70’e düştüğü için aradaki farktan büyük bir vurgun vuracaklardı. Bir anlamıyla domuz bağıyla Hong Kong’u dize getireceklerdi. Hong Kong dünyanın serbest piyasaya en çok bağlı ülkesi olarak bilinir. Hong Kong’dan böyle kamucu müdahale hamlesi beklemediler. Hong Kong yönetimi elindeki bütün paralarla borsada alıma geçti. Borsada alıma geçince fiyatlar yükseldi. Ve bu açığa satış yapanlar pozisyonlarını kapatabilmek için mecburen eski kurdan giriş yaptılar ve çok ciddi bir zararla pozisyonlarını kapattılar. Özetle, ava giden avlanmış oldu. George Soros’un da aralarında bulunduğu birçok spekülatör çok ciddi zarar gördü. Ama zaman içinde uluslararası sermaye açısından Hong Kong’un güvenilirliği azalmış oldu. Uzun vadede performansını olumsuz etkiledi. Aslında iki taraf da bu uygulamadan zararlı çıktı.

4- ŞİMDİ NE OLACAK?

Türkiye’de öncelikle faizlerin çok yükselmesini bekleyebiliriz. ‘İmkansız Üçlü’ denilen bir varsayımımız var. O da şöyle; bir ülke, kontrolleri uygulamıyorsa, sermaye akışlarını serbest bırakmışsa ya dövizini yönetmeye soyunabilir ya da para politikasıyla faizleri indirmeye çalışabilir. İkisini de yönetmeye çalıştığı zaman bunun sonu zaten hüsran olur. Geçtiğimiz hafta Türkiye’de dövizin yükselmesinin nedeni, mevcut yönetimin 31 Mart seçimleri öncesinde hem yüksek kur hem de yüksek faize karşı politikalar uygulamaya çalışmasıydı. Bu da, dikişlerinden patladı.
Faizi aşağı çekelim derken mevduat sahipleri açısından faizi TL’ye cazip olmaktan çıkarınca, döviz yukarı doğru hareketlendi. Döviz yukarı doğru hareketlenince, döviz kurunun sıçramasını engellemek için özellikle kamu bankaları eliyle döviz satışı yapıldı. O sırada merkez bankası rezervlerinin çok ciddi miktarda azaldığı ortaya çıktı son iki haftada Merkez Bankası rezervleri 5,6 Milyar erimişti. Onun üzerine böyle bir spekülatif atak oldu.
AKP rejimi döviz kurundaki sıçramayı geçici olarak engelledi. Ancak borsa çok düştü. Devlet içi borçlanma senetlerinin faizleri çok yükseldi. Yabancılar önce borçlarını ödeyebilmek için borsadan ve devlet içi borçlanma senetlerinden çıkarak TL likiditesi elde ettiler. Ancak borçlarını ödedikten kısa süre sonra Türkiye’yi terk etmeleri beklenebilir.
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Gereğini yap! - BARIŞ İNCE

“Akbilspor’u şampiyon yapacaklar abi bu böyle, ben görüyorum bunu…”
“Bence de öyle, herkes de görüyor.”
“Kesin ya, bak buraya yazıyorum.”
“Yazmana gerek yok, yazmadan da okunuyor.”
“Vermezler abi, zaten bizim şampiyonluk şansımız da yok …”
“O zaman maça çıkmayalım mı? Sonuçta maç varsa çıkılacak, elden gelen yapılacak.”
“Yensek de maçı iptal ederler be abi.”
“O zaman yenmeyelim mi?”
“Yenelim abi, yenmeden olur mu…”
“O zaman ne diyorsun?”
“Bilmem… Şey… Bak buraya yazıyorum…”

AKP; 12 Eylül rejiminin yasalarını kullanarak kendi gerici ve rantçı parti devletini özellikle 2010 sonrası yargıyı da ele geçirerek kurumlarıyla beraber inşa etti. Bu güçten aldığı coşkuyla yaptığı keyfi uygulamalar 2013’te halkın büyük tepkisi ile karşılaştı.
Sonrasında yaşadığı meşruiyet krizini aşmak için bir yığın hamle yaptı iktidar. Sıkça girilen seçimlerle oy meşruiyeti, medya hakimiyeti, cemaat krizi sonrası Saray’da gücün tekelleşmesi, OHAL, başkanlık sistemi ve yine seçimler…
Bu süreçte muhalefet ne hamle yaptı sorusuna verilecek yanıtlar ise iç açıcı olmadı. 2010 sonrası teorik olarak söylediğimizi 2013 sonrasında pratikte de göstererek söyledik: “Karşımızda alıştığımız bir siyasi parti yok. Öyle olunca muhalefet de alıştığımız gibi yapılamaz. Seçimler önemli ama yetmez, örgütlenmek gerek. Hayatın her alanındaki mücadelede bir arada ve dik durmak gerek.”
Bunu söyledikten sonra sandık meselesinin de bu mücadelenin bir parçası olduğunu ve etkili bir boykot örgütlenemediğine ve maça çıkıldığına göre şartlar ne olursa olsun muhalefetin elinden geleni yapması gerektiğini söyledik.
Gezi’ye katılan milyonlar yaşanan her seçimde, AKP’nin meşruiyet göstergesini aşağı çekecek hamleler yaptı. Bunu kimse örgütlemedi aslında. Halk kendiliğinden hesap kitap yaparak, bir ailede kim varsa yarısını bir partiye yarısını diğer partiye yönlendirerek yaptı bunu… Yeter ki bu rejime bir kayıp yaşatılabilsindi.
Bunun yeterli olmayacağını bile bile, hayatın her alanında verilen mücadelenin içerisinde olmaya çalıştık, bu tepkinin örgütlü hale gelmesi için uğraştık. Siyasi partiler, aydınlar, yazarlar olarak meclisli, aşağıdan yukarıya kitlelerin katılabildiği araçlar yaratılmasını konuştuk, uygulamak için çabaladık. Ne kadar anlaşıldık bilmiyorum.
Şimdi 31’inde bir seçim daha var. Bu seçim aynı zamanda halkın ekonomik tepkilerinin de açığa çıktığı bir seçim. Gücünü baskıdan alan meşruiyetini ise sandıktaki oranlardan aldığını söyleyen bir iktidara karşı önemli protesto seçimi ile karşı karşıyayız.
Şimdi diyecekler ki “bırakmaz.” Evet, çok doğru bir tespit… Bunu söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. Ama geç… O zaman sorarlar; “madem bu iktidarın herhangi bir parti olmadığını ve her şeyi yapabilecek bir yapı olduğunu düşünüyordun neden 10 senedir ona göre örgütlenmedin? Gel bizim partiye üye ol dışında bir seçenek göstermedin? Neden gereğini yapmadın?”
Seçimi iptal eder mi, edebilir. Kayyum atar mı, atar. Çalar mı, elinden geleni yapar. Döver mi döver. Söver mi söver… Karakteri müsaitse (hem sınıfsal karakteri, hem tıyneti), her şeyi yapar. Ancak maç var mı, var. Baskı nedeniyle tepkisini dile getirebilecek yeterli kanalları bulamayan insanlar için en kolay protesto anı mı, evet…
İnanarak oy verdiğimiz adaylar da var, inanmadan vereceklerimiz de var. İnanmadıklarımızın ne kadar sağcı olduğunu anlatmak için saat biraz geç oldu. Şimdi kalkma zamanı. Bu bir mücadele… Ne 31’inde başladı ne biter 31’inde…
Yaşamından keyif alabiliyor musun, kendini bu ülkenin eşit yurttaşı hissediyor musun, bu beton yığınları arasında nefes alabiliyor musun, geçinebiliyor musun, tarikatların torpil ağının içinde geleceğinden umutlu musun, her gün sana kürsüden parmak sallayanlara mecbur musun, sırf oy verdin diye sana “adi” denmesini hak ediyor musun?
Yanıtların hayırsa, git ve gereğini yap. Sonrası mı? Sonrasında yine gereğini yap!
Barış İnce / BİRGÜN

Cuma, Mart 29, 2019

Bakanlığın tarihi karartacak işlemi engellendi - Yusuf Yavuz / ODATV

Konya Ilgın'da kömürlü termik santral kurulması için 3 ayrı höyüğün koruma derecesini 1. dereceden 3. derece sit alanına düşüren koruma yüksek kurulunun kararını mahkeme iptal etti...


Konya'nın Ilgın ilçesinde CİNER Holding bünyesinde kurulması planlanan termik santral için 3 ayrı höyüğün bulunduğu alanın kömür ocağı yapılmasına mahkeme dur dedi. 2014 yılında koruma bölge kurulunca 1. derece arkeolojik sit alanı ilan edilen Adatepe, Hareme ve Sarayada Tepe höyüklerinin koruma statüsü, aynı yıl içinde koruma yüksek kurulu tarafından 3. dereceye düşürülmüştü. Höyüklerin bulunduğu bölgede kömür çıkarılmasının önünü açan kararı yargıya taşıyan Ekoloji Kolektifi Derneği, kararın yasaya aykırı olduğunu ve bilimsel dayanağı olmadığını savunarak, Akşehir Müzesi Müdürlüğü’nün veya Konya Bölge Koruma Kurulu’nun görüşlerinin de alınmadığını ileri sürdü. Davayı gören Konya 2. İdare Mahkemesi, Ilgın Kömürlü Termik Santrali için kömür havzası olarak planlanan üç farklı höyüğün bulunduğu alanların birinci derece arkeolojik sit olarak kalması gerektiğine karar verdi.
Tarih öncesi çağlardan beri Anadolu'nun önemli yerleşim bölgelerinden biri olan Konya'nın Ilgın İlçesi, çok sayıda höyük ve kültür varlığı barındırıyor. Ilgın Ovası'nın kuzeyinde yer alan Yalburt Yaylası'nda bulunan Hitit Su Anıtı, M.Ö. 13. yüzyıla tarihleniyor. Hiyerogliflerle kaplı stellerin üzerinde Luvi dilinde yazıtlar da yer alan Yalburt Pınarı anıtının, Beyşehir'de bulunan ünlü Eflatunpınar anıtı ile aynı döneme ait olduğu düşünülüyor.
CİNER HOLDİNG TERMİK SANTRAL KURMAK İÇİN LİSANS ALDI
Ancak Ilgın Ovası'nı çevreleyen tarihi kalıntılar yalnızca Hitit anıtlarıyla sınırlı değil. Bölgede eski çağlara ait çok sayıda höyük de bulunuyor. Ancak bu zengin kültür mirasının altında bulunan linyit yatakları, bölgede kömürlü termik santral kurulmasını gündeme getirdi. 2011 yılında Ilgın Elektrik Üretim A.Ş'yi satın alan CİNER Holding bünyesindeki Park Elektrik, 2013 yılında bölgede 500 megavatlık bir termik santral kurmak için Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’ndan (EPDK) 49 yıllığına üretim lisansı aldı.
BÖLGE KURULUNUN KARARINI YÜKSEK KURUL BOZDU
Bu arada termik santral ve kömür ocakları açılması planlanan bölgedeki höyüklerin projeden etkileceği ortaya çıkınca Konya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, 2013 yılında konuyla ilgili yapılan bir başvuruyu değerlendirerek Mayıs 2014 tarihinde üç ayrı höyüğü 1. derece arkeolojik sit alanı ilan etti. Ancak bölge kurulunun bu kararı alandan kömür çıkarılmasının önüne geçince Ilgın Belediyesi ve Ilgın Elektrik Üretim A.Ş. ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Temmuz 2014'te bu karara itiraz etti. Bunun üzerine Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu 22 Ekim 2014 tarihinde aldığı karar ile Adatepe, Hareme ve Sarayada Tepe höyükleriyle ilgili bölge kurulunun aldığı 1. derece arkeolojik sit kararını iptal ederek höyüklerin koruma statüsünü 3. dereceye düşürdü.
EKOLOJİ KOLEKTİFİ DERNEĞİ KARARIN İPTALİ İÇİN DAVA AÇTI
Koruma statüleri düşürülen höyüklerin bulunduğu sahada termik santral için kömür çıkarılmasının önü açılınca Ekoloji Kolektifi Derneği konuyu yargıya taşıdı. Sit derecelerinin düşürülme kararının yasaya aykırı olduğunu savunan Ekoloji Kolektifi Derneği, bilimsel araştırma ekiplerinin, Akşehir Müzesi Müdürlüğü’nün veya Konya Bölge Koruma Kurulu’nun görüşlerinin de alınmadığını ileri sürdü. 
MAHKEME KORUMA YÜKSEK KURULU KARARINI İPTAL ETTİ
Dernek, höyüklerin 3. derece arkeolojik sit alanına düşürülmesiyle ilgili kararın iptali için Kültür ve Turizm Bakanlığı'na karşı dava açtı. Ilgın Elektrik Üretim San. ve Tic. A.Ş.’nin de davalı bakanlık yanında müdahil olduğu dava Konya 2. İdare Mahkemesi'nde görüldü. Dava için atana bilirkişi heyetinin raporuna dayanarak kararını açıklayan Mahkeme, bölgede bulunan kültür varlığı ve mirasının birinci derece sit alanı tanımına uyduğuna hükmetti. Böylece arkeolojik sit alanının kömür havzasına dönüştürülerek sahadan kömür çıkarılmasının önüne geçilmiş oldu.
'KARAR İPTAL EDİLİRSE KÖMÜR ÇIKARTAMAYIZ' SAVUNMASI
Davaya Kültür ve Turizm Bakanlığı yanında müdahil olan Ilgın Elektrik A.Ş., mahkeme kararında yer verilen savunmasında, dava konusu işlemin iptali halinde kazı yapılamayacağından kömür çıkarılmasının da mümkün olmayacağını öne sürerek davanın iptalini talep etti. Kültür ve Turizm Baklanlığı'nın ise korumakla yükümlü olduğu sitlerin derecesinin düşürülmesinin iptaliyle ilgili açılan davanın süresi içinde açılmadığını gerekçe göstererek reddini talep etmesi dikkat çekti.
BİLİRKİŞİ RAPORU: 'BÖLGE 1. DERECE SİT TANIMINA UYGUN'
Mahkemeye sunulan bilirkişi raporuna göre, bölgede Geç Kalkolitik, Eski Tunç Çağı, Geç Demir Çağı ve Ortaçağ’a ait kalıntıların yanında tarih öncesi devirlere ait öğütme taşı ve kemik aletler gibi birçok başka arkeolojik miras da bulunuyor. Bölgede 900 bin yıl öncesine tarihlenen Dursunlu gibi Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden birisinin de bulunduğunu hatırlatan bilirkişi raporu, bölgenin birinci derece arkeolojik sit tanımına uyduğunu, kronolojik bütünlüğün korunması ve ivedilikle kazı çalışmalarına başlanması gerektiğini ortaya koyuyor.
'MAHKEMENİN ARKEOLOJİ MİRASINA SAHİP ÇIKMASI SEVİNDİRİCİ'
Ekoloji Kolektifi Derneği’nden davanın avukatı Fevzi Özlüer “Geçmişi tarih öncesi çağlara dayanan bu alanda yapılan bilirkişi analizi, bölgenin sıradışı bir kültür mirasına sahip olduğunu gösterdi. Bu alana termik santral inşa edilmesi bir yana, ivedilikle kazı çalışmalarına başlanarak bölgenin kronolojisinin ortaya çıkarılmasına çaba harcanmalıdır. Konya mahkemesinin arkeolojik mirasına sahip çıkması çok sevindirici” diye konuştu.
HOMO ERECTUS'LARIN ANADOLU'DAKİ İLK YAŞAM ALANI
Ilgın'ın kuzeydoğusunda, Akşehir ilçesine bağlı Tuzlukçu beldesinde yer alan Tursunlu mahallesi, 900 bin yıllık bir geçmişe sahip olduğu belirtilen Anadolu'nun ilk yerleşmelerinden birine ev sahipliği yapıyor. Mahkemenin atadığı bilirkişi heyeti, termik santral için kömür çıkarılmak istenen höyüklerin bulunduğu bölge ile Dursunlu yerleşiminin bütüncül biçimde değerlendirilmesi gerektiği görüşünde.Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri (TAY) Projesi veri tabanında yer verilen bilgilere göre eski bir kömür madeni yatağı olan bölgedeki buluntularla ilgili Dursunlu yerleşmesinin önemi şöyle sıralanıyor: "Ortaya çıkarılan aletlerin özellikleri; mikro memeliler üzerindeki araştırmalar; dolguların paleomanyetik ölçümlerine dayanılarak; Dursunlu buluntu yerinin 780 bin yıldan önceye tarihlendiği; Afrika kıt'asından dışarı çıkan ilk insan türü olan Homo Erectus'ların yaklaşık 900 bin yıl önceleri; Anadolu'da yaşadıklarını iddia edilmektedir."
Yusuf Yavuz / Odatv

Bankerlerle kavga…- KORKUT BORATAV

Geçen hafta sonu döviz piyasalarında “kıyamet koptu”; iktidar çevreleri de “kıyametin tetikleyicileri” ile kavgaya tutuştu.

Kimlerle? Cumhurbaşkanı, kimlerden “hesap soracağını” açıklamadı. Türk lirasından döviz mevduatına geçen (bir bölümü de AKP seçmeni olan) vatandaşlarımızı elbette kastetmedi. Doğal olarak komplocu dış çevreler akla geldi.

Açık bir adresi BDDK ve SPK verdi: Yatırım bankası JP Morgan hakkında “incelemeler” başlatıldı. Gerekçe, bu banka tarafından “yayımlanan raporun spekülatif etki yaratan; yanıltıcı, manipülatif” içeriğidir.

JP Morgan, ABD’deki 2008 krizinden sonra (Goldman Sachs ve Morgan Stanley ile birlikte) ayakta kalan üç dev yatırım bankasından biridir. BDDK ve SPK tarafından incelenme nedeni olan “rapor” ise, aslında rapor değildir. JP Morgan’ın “yükselen ve yerel piyasa stratejileri” biriminin hazırladığı dört sayfalık bir metindir. Türkiye ile ilgili bir veya birkaç müşteri için hazırlanmış; kamuoyuna açık olmayan; tavsiyeler de içeren 22 Mart tarihli bir bilgi notudur.
Bu belge, müşterilere, TL’den dolara geçme tavsiyesinde bulunduğu için iktidar çevrelerini kızdırmıştır.

Sıradan tespitler, öngörüler
JP Morgan, açık-seçik bir tespit yapıyor: TCMB’nin net rezervleri Mart’ın ilk iki haftasında çok hızlı düşmüştür. Alaattin Aktaş, Dünya’da bu verileri güncelleştirdi: 28 Şubat-22 Mart arasında, TCMB’nin “altın hariç net rezervler” toplamı 11,4 milyar dolar erimiş; 14,4  milyara inmiştir. Aynı üç haftada brüt rezervlerdeki erime de yüksektir; ama 7,7 milyarla sınırlı kalmıştır.

JP Morgan belgesi, seçim öncesinde döviz fiyatlarında artış  önlemek için Merkez Bankası rezervlerinin kullanıldığını ima ediyor. 2019 içinde 177 milyar doları aşkın “dış borç döndürme takvimi” Nisan-Mayıs’ta yoğunlaşacağı için, müşterilerine “şimdiden dolara geçmelerini” tavsiye ediyor.

TCMB ise, rezervlerdeki düşmenin döviz kurları değil, “güncel işlemler” ile ilgili olduğunu; rezerv hareketlerinin “orta vade içinde izlenmesi” gerektiğini ileri sürüyor. Eylül-Ocak aylarında rezervlerde gerçekleşen 13,6 milyar dolarlık artışı kastettiği anlaşılıyor.  Ne var ki, iki yıl daha geriye gidersek, 2016 sonu ile Eylül 2018 arasında TCMB brüt döviz rezervlerinin, 26,6 milyar dolar düştüğünü  belirliyoruz. JP Morgan’ın “Nisan sonrasında daha fazla rezerv eriterek döviz fiyatları korunamaz” teşhisine de hak veriyoruz.

Sonrasında, TCMB ve kamu bankaları, döviz piyasalarında Ağustos kâbusunun tekrarını önlemeye çabaladı. TL’den dolara geçişin   Batı’daki merkezi   olan Londra piyasasında bu işlemleri frenledi. Londra’da TL için gecelik takas faizleri Salı günü (yıllık hesapla) yüzde 1300’e ulaştı; TL / dolar işlemleri fiilen donduruldu. Çalkantı, böylece “idare edilmeye” çalışıldı; doların tırmanması sadece üç-dört gün frenlendi.

Sonuç, belirsizlik, istikrarsızlıktır. 21 Mart-26 Mart arasında da ülkelerin kredi riskini yansıtan CDS göstergesinin Türkiye değeri, 320’den 450’ye çıktı (Financial Times, 27 Mart). “Yükselen piyasa ekonomileri” içinde bu değere en yakın CDS 180’dir ve Güney Afrika’dadır.  

1 Nisan sonrası? Batılı finans yorumcuları kötü konuşmaya başladı. Türk halkının ise her derde deva bir yanıtı var: “Allah kerim…”

Finans kapitalin rantiyeleri
JP Morgan, “seçimden önce TL’den dolara geçin…” tavsiyesini Türkiye ile ilgili yatırımcılar için yapmıştır. Buradaki “yatırımcı”, yerleşik iktisat yazınının yatırım, yani sabit sermaye birikimi kavramından türemez. Ekonominin makine-teçhizat, araç-gereç, fabrika-bina, altyapı stokunun, üretim potansiyelinin genişlemesi kastedilmez.

JP Morgan’ın “yatırımcı”sı, finans kapitalin “gayri meşru” terminolojisine aittir. Kastedilen, finansal varlıklara (yani hisse senedi, tahvil ve benzeri kâğıtlara) para bağlamış olan; bunların getirisi ve değer artışları ile “varlıklarını sürdüren” rantiyelerdir. Lenin’in ifadesiyle finans kapitalin “kupon keserek yaşayan” tam parazit öğesini oluşturur.

Peki, bu bilgiden hareketle “seçimden önce TL’den dolara geçin” tavsiyesi pratik olarak kimleri ilgilendirmektedir? JP Morgan’ın müşterileri içinde yılbaşından bu yana dolara yönelen TC vatandaşları, olsa olsa “sembolik” sayıdadır.  Banka’nın “bilgi notu”nun muhataplarını, Türkiye’ye dönük dış kaynak akımları   içinde aramamız gerekir.

Kısa vadeli döviz fiyatı dalgalanmaları, doğrudan (dolaysız) yatırımları ilgilendirmez. Türkiye’ye üretim amacıyla giren veya mevcut şirketleri, bankaları satın alma peşinde olan yabancı sermaye, dövizin pahalı (TL’nin “ucuz”) olduğu dönemleri yeğler; o kadar...

Yabancı bankaların kısa veya uzun vadeli kredileri de dolarla verilir, dolarla tahsil edilir. Döviz kuru hareketleri, borç / alacak toplamlarını değiştirmez. Ekonominin ve borçlunun “yapısal risk göstergeleri”,  kredi koşullarını, faiz oranlarını etkiler. JP Morgan’ın “yatırımcı müşterileri” için hazırlanan bilgi notunda bu tür risk göstergeleri yoktur. Yakın gelecekte dolar / TL kurundaki hareket öngörüsü ile sınırlı tutulmuştur.

Geride, yabancı sermayenin Türkiye’deki portföy yatırımları kalmaktadır. JP Morgan’ın “bilgi notu” sadece bunları ilgilendirmektedir. Mart başında Türkiye’de hisse senetlerine, devlet ve özel sektör tahvillerine bağlanmış yabancı sermaye 53 milyar dolar tutarındaydı. Bu “menkul varlıklar”, tümüyle TL ile satılan-alınan  “kâğıtlar”dan oluşur. Hepsi, yabancı “rantiye”lerin komisyoncuları (“bankerler”) tarafından döviz bozdurularak TL ile alınmıştı.

Getiri ve kazanç beklentileri, öngörüleri de ilerideki dolar / TL kurlarına bağlıdır. Türkiye’den çıkarken dolar pahalılaşmışsa, kazançları düşer; eriyebilir. Tam aksine, Türkiye’ portföylerine para bağlamayı düşünen yabancılar için ise, doların pahalı dönemini “yakalamak, kaçırmamak” önemlidir.

Kızmaya hakkınız var mı?
Demek ki, JP Morgan’ın “seçimden sonra dolar pahalılaşacak” öngörüsü, Türkiye portföylerine bağlanmış yabancı rantiyeler için çıkış etkisi yapar; “giriş” heveslilerini durdurur. İki durumda da krizi ağırlaştıracaktır. Cumhurbaşkanı’nı da bu nedenle kızdırmıştır.

Bu tür “plasman” kararları, özünde spekülasyondur. “Kumarhane” özellikleri de taşır. Bu işlemlerin “komisyonculuğu” da, doğası gereği temiz değildir.  JB Morgan’ın ve sözünü ettiğim diğer yatırım bankalarının 21’nci yüzyıl sicillerinin de lekeli olduğu, 2008 krizinde açık-seçik ortaya çıkmıştır.

Bu komisyonculuğun “taşeron bankerleri” de vardır: İrili-ufaklı fon yöneticisi şirketler… Bu şirketlerin “ayak takımı”, sayısız “yatırım uzmanı”ndan oluşur. Bunlar  Türkiye gibi “yükselen piyasa ekonomileri” üzerinde sürekli konuşur; finans basınında öne çıkmaktan; ülkelerin kaderi ile oynar görünmekten kıvanç duyar. İçlerinde “Türkiye uzmanları” da vardır; bizim Hazine Bakanı tarafından ciddiye de alınabilir. Hafta başından beri Batı finans basınında yeniden ortaya çıktılar; Türkiye ekonomisi hakkında “ahkâm kesmeye” başladılar.
İktidar çevreleri, finansal piyasaları  JP Morgan’a, benzerlerine, uzantılarına  yıllardan beri açmış oldukları için, bugün onları eleştirme hakkını yitirmiştir. Bu “bankerler”,  Türkiye’de sıradan işlevlerini ifa ediyor; o kadar…
Bizler de, Türkiye’yi   yönetenleri eleştirme hakkımızı (kendi üsluplarıyla) kullanalım: “Eyyy AKP iktidarının geçmişteki   ve bugünkü yöneticileri: Türkiye’nin finansal piyasalarında, İMKB’de, Borsa İstanbul’da TL ile alınıp-satılan hisse senetlerini, tahvillerini, bonolarını, yabancı sermayeye, bankerlere, rantiyelere niçin açtınız; açık tuttunuz; kapatmadınız? Yabancı spekülatörlerin TL’li menkul değerlerden elde ettiği kazançların dövizle transferine niçin izin verdiniz?  Türkiye ekonomisinin, finans kapitalin en parazit öğelerine de teslimiyetini niçin sineye çektiniz? Bugün niçin ağlaşıyorsunuz?”

AKP iktidarı ve bugünkü Cumhurbaşkanı, işler yolunda giderken bu teslimiyetten nemalandı; siyasî bakımdan yararlandı. Kriz ortamında tedirginleşiyor; yakınıyor. Tutarlılık gereği, yakınma hakkını yitirmiştir.

Ne var ki, AKP kadrolarında tutarlılık kavramı ve özeleştiri meziyeti yer almaz.

Korkut Boratav / SOL

Süleyman Soylu’nun fişinde ne yazıyor - Barış Terkoğlu

“Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu millete bir borcu vardır. Yüzde 10 barajını hemen düşürmek. DEHAP’a (BDP) birtakım hülle sanatları dışında parlamentoya girecek yeteneği, ortaya koymak zorundadır Türkiye. (…) Yeni Türkiye’de MHP’nin hiçbir kodu yok. MHP’nin kendisini CHP’yeeklemlendirmesine çok sıcak bakanlardan bir tanesiyim, bu benim tezim uzun zamandır.(…) BDP’nin boykotunun çok etkili olduğunu düşünenlerdenim.Boykot referandumun en önemli sonuçlarından bir tanesidir. Kürt meselesini Türkiye’nin gündemine getirmiş oturtmuştur. (...)” 

Masada oturan üç adamdan genç olanı anlatıyor bunları. Sol tarafında FETÖ’nün avukatlık yapılanması kapsamında tutuklanan eski savcı GültekinAvcı oturuyor. Karşısında ise FETÖ’nün firardaki komiserlerinden Önder Aytaç var. Tabii ki örgütün Samanyolu Televizyonu. Savcı, polis ve kafalarını sallayarak dinledikleri meşreplerine uygun siyasetçiyi buluşturan programın adı da kendisi gibi: “Derin Bakış” 
Politikacı neler söylemiyor ki... 
Kürt meselesinin silahla çözülemeyeceğini, anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılmasını. 
Hayır yanlış tahmin ettiniz. 
Konuşan HDP’nin hapisteki milletvekillerinden biri değil. Şimdiki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu. 

FETÖ’nün “mezarlarınızdan kalkıp oy kullanın” dediği 12 Eylül 2010 referandumunun hemen ardından zaferini Fethullahçılarla birlikte bu sözlerle kutluyordu.

Terör propagandası suç olmaktan çıkmadı mı?
Sonrasını biliyorsunuz... 
Habur’daki çadır mahkemesini, Dolmabahçe’deki deri koltukları, Oslo’daki sızıntıları, İmralı’daki tahta masayı hatırlıyorsunuz. Belki 11 Nisan 2013 tarihli Resmi Gazete’yi unuttunuz. 

O gün AKP eliyle Terörle Mücadele Kanunu’nda önemli değişiklikler yapıldı. Özetle, yeni düzenleme “terör örgütünün propagandasını yapmak suç oluşturmaz, örgütün şiddetini savunmak suçtur” diyordu. 

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç“Sayın Öcalan demek suç olmaktan çıktı. PKK’nin kendine ait bayrağını elinde taşımak, Öcalan’ın posterini taşımak suç olmaktan çıktı. Hatta, ‘Türkiye’nin sistemi böyle olmalıdır. Şunlar şunlar, eyaletler, demokratik özerklikler falan...’ Bunların hiçbirisi artık suç değil” diye anlatıyordu yaptıkları icraatları. 

Süleyman Soylu’nun Samanyolu Televizyonu’nda anlattığı hülyası gerçek olmuştu. O da AKP’ye katıldı, büyüdü, İçişleri Bakanı oldu. 

Şimdi ise dün söylediklerinin çeyreğini söyleyen muhalif partilerdeki siyasetçilerin fişlemelerini yandaş gazetelere servis ediyor.

Fişlemelerde neler yazmıyor? 
Fişlerde CHP’nin Solhan meclis adayının kardeşinin PKK’li olduğu yazıyor da, mesela 15 Temmuz’da “elden kaçan” Adil Öksüz’ün dayısının oğlunun AKP’nin Andırın Belediyesi başkan adayı olduğu yazmıyor. 

CHP’nin Muratpaşa meclis adayının kız kardeşinin PKK’den tutuklu olduğu yazıyor da, mesela AKP’nin Çayırova Belediyesi başkan adayının ortağının FETÖ’den firarda olduğu unutulmuş. 

CHP’nin Bingöl Yedisu meclis adayının 2016’da gözaltına alındığı yazıyor da, Şırnak İdil’deki AKP meclis adayının FETÖ gözaltısı nedense atlanmış. 

İYİ Parti’nin Siirt Pervari meclis adayının BDP Gençlik toplantısına katıldığı yazıyor da, MHP’nin Altındağ meclis adayının FETÖ yöneticiliğindengözaltısını görmemişler. 

Ya, AKP Fethiye Belediyesi başkan adayının FETÖ’nün kapatılan işadamları derneğine üye olması? 
Sahi MHP’nin Nazilli adayı hâlâ FETÖ üyeliğinden yargılanıyor mu? 
Nasıl bir istihbarat ise Pensilvanya yolcusu adayları görmemiş. Cumhur İttifakı’nın Ankara’daki ya da Bursa’daki adayının Okyanus Ötesi’ne mesajlarını not etmemiş. Maklube başından paylaşılan Cumhur İttifakı fotoğraflarını arşivlememiş. 

Sahi, muhalefet listelerine FETÖ’cüler girdi denmiyor muydu? Süleyman Soylu’nun dosyasında “PKK bağlantılılar” var da “Fethullahçı sızmalar”neden yok? 
Yoksa İçişleri Bakanlığı “FETÖ’cü siyasetçiler” ile mücadeleden vaz mı geçti? PKK bağlantılı seçilmişleri düşürecek de, FETÖ bağlantılıları görevde mi tutacak? 
Yoksa “FETÖ fişleri” aynı mantıkla yazılırsa darbecilerin kardeşini büyükelçi, bakan yapanların fişi ne olur diye mi düşünülüyor? Sahi HDP toplantısına katılanların fişini gördük de Samanyolu TV’de konuşan bakanlarınki nasıl olurdu acaba? 

Mesele CHP; İYİ Parti ya da HDP sanmayın. Unutmayın, bir zamanlar Fethullahçı polisleri görevden almak yerine Güneydoğu’ya sürmüşlerdi.Sonra karşımıza oradaki tezgâhlardan çıktılar. Sakın birileri seçimden sonraki “proje”lerine bugünden odun taşıyor olmasın! 

Unutmayın, hukuk yoksa Cumhuriyet yoktur. Devletin çeteden ilk farkı, en büyük silahının hukuk olmasıdır. Susurluk’u hatırlayın. Adaleti yurttaşlarına fazla gören mafya zihniyeti de tıpkı terör gibi beka sorunu olabilir. Böylesi hukuksuzluklar metastaz yapar ve tüm ülkeyi zehirler. İnanmayan, bugün bir anda miting meydanlarında ortaya çıkan hükümlü siyasetçilere sorsun. Devletin güvenliğini, kendi ikbaline zırh etmemek gerektiğini öğrensin.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

AKP, son gün kozunu nasıl oynayacak?. - Ahmet TAKAN

"Zillet ittifakı" diyerek yola çıktılar;
Tutmadı!..

"Beka meselesi" haline getirmeye çalıştılar;
ABD, Kudüs'e elçi atarken, Golan Tepelerini İsrail toprağı olarak ilan ederken, Fırat'ın doğusunda PKK/YPG cirit atarken verdikleri cılız tepki... Ege'de 18 ada ve 1 kayalığımızın Yunan tarafından işgal edilişi, Papaz Bartholomeos'un "ekümenik" olarak kabul edilişi...  Tank palet fabrikamızın Katar ordusuna devri... Memlekette ekonomik kriz zirve yaparken, kurdukları tanzim çadırları... İthal patates, ithal kuru soğan...Millet gördü ki; "beka meselesi" değil koltuk meselesiymiş...
O da yemedi!..

"Bay Kemal";
Millet güldü geçti!..

Meral Akşener'e  "içeri attırırım" tehdidi;
Meğer meydan sanıldığı gibi boş değilmiş!..

"Terörist", "vatan haini" suçlamaları;
Millet, Dolmabahçe mutabakatını imzalayanların fotoğraflarını unutmamıştı... "Sayın Öcalan"dan gelen mektupları meydanlarda nasıl okuttuklarını, "sazcı kardeşi", "akil"leri, hala hatırlıyordu. Kürdistan'a çakılan selamları, Kandil röportajlarını, megri megrileri,  Türk düşmanı Şivan Perver ile çapulcu başı Barzani'nin kafasına dökülen gül yapraklarını, el ele çektirilen hatıra fotoğraflarını, Habur rezaletini, terörist  PYD/YPG'li Salih Müslim'in Ankara'da ayaklarına serilen kırmızı halıyı, Türk semalarına çekilen sözde Kürdistan bayraklarını, FETÖ'ye devlet katlarında çekilen peşkeşlerini, şerefli Türk askerlerine yapılan işkenceleri, karalamaları, iftiraları, terörist ilan edilerek kodese tıkılan Genelkurmay Başkanı'nı, parsel parsel satılan yerleri, "ülkene dön muhterem hoca efendi, seni çok özledik" diye kimlerin salya sümük ağladığını hiç ama hiç unutmamıştı...
Dip dalgası patlama noktasına geldi!..

Sahte fişlemelerle muhalefet adaylarını "terörist" ilan ettiler;
Millet bir daha gördü ki; seçim öncesi İçişleri, Adalet, Ulaştırma Bakanlarının istifa edip yerlerine bağımsız isimlerin geçmesi ne kadar önemli  uygulamaymış...
Ama o da yemedi!..

Sahada bileğini bükemedikleri, milletin gönlünde yer eden adaylara belden aşağı vurmaya kalktılar, çocuk pornocusu, cinsel tacizciler üzerinden iftira kampanyası başlattılar;
Millet, "Hadi oradan. Siz önce dönün bir aynaya bakın" dedi!..

Maaşlı elemanlarını duvar yazısına çıkardılar. Kürtçe sloganlar yazdırarak, rakipleri üzerine PKK'lı çamuru atmaya kalkıştılar;
Millet, hemencecik hatırlayıverdi, Hükümet Konaklarından kimlerin T.C tabelalarını bayram ederek kaldırttığını, And'ımızın okullarda okutulmasını kimlerin yasaklattığını, terörle mücadele eden Mehmetçiğin nasıl kışlalara tıkıldığını...
O da tutmadı!..

Tavşan adaylar çıkardılar, muhalefetin oyları bölünsün diye... Fonladılar da fonladılar...;
Millet, sonradan olma muhteremleri sokakta görünce yüzüne dahi bakmadı!..

Sahte gazete bastırıp PTT'li kara propaganda yapmaya kalkıştılar;
Evlerine tuvalet kağıdı alamayanların işine pek de yaradı!..

Oy için öğrenciyi dersten çıkarıp mitinglere götürmeye kalkıştılar... Üniversiteliye rüşvet verip sahte diploma vaat ettiler;
Türk genci, önderi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Gençliğe Hitabını hatırladı!..

Bakan beyler, kendilerine oy vermeyeceklere meydanlarda en ağır hakaretleri savurdu. Milletine, "adi" dedi;
Kibir abidelerine ders verme vakti yaklaşmıştı. Millet, sessizce, sandıkta şamar atma, had bildirme vakti için geri saymaya başladı!..

Oy uğruna orta oyunu oynadılar. Tiyatro günü nedeniyle yayınlanan, ülkenin en ünlü sanatçılarının da yer aldığı klibe, Erdoğan'ın mesajını sanatçılardan habersiz eklediler;
Müjdat Gezen'in, Metin Akpınar'ın nasıl derdest edildiği, eleştiriye tahammül bile edemeyenlerin özel tiyatrolara nasıl çöktüğü, güncel bir eleştiriyi dile getiren Güldür Güldür'ün nasıl linç edildiği hala hafızalarda taptaze yerini koruyordu!..

Doktor Devlet Bahçeli, hayatı boyunca yapmadığı sayıda miting düzenledi, televizyon programlarına çıktı;
Millet, daha önce neden yan gelip yattığını anladı.

Rakamların nasıl konuşturulacağı sandık tutanaklarıyla gösterilmesine karar kılındı!..
Son gün,"beka"nın yemediğini görünce söylem değiştirip seçimi "millî güvenlik" meselesi haline getiremeye çalıştı Doktor Devlet Bahçeli;
Millet yine hatırladı, bebek katili Öcalan'ın idam cezasından onun imzası sayesinde kurtulduğunu!..

Bu seçim kampanyasında, şantaj, iftira, tehdit, karalama, manipülasyon, dezenformasyon, kara propaganda, kanal a haberleri, yalamalar, yalakalar;
Tutmadı!..Tutmadı!..Tutmadı!..

Gerçekleri yüzlerine söylemeye cesaret edebilen kendi anketçilerini bile buhar ettiler. Ekmek kapılarından biri olan yandaş kanallara çıkmalarını yasakladılar...Bugüne böyle geldik. Seçime 2 gün kaldı. Peki, AKP son gün çaresi olarak neye başvuracak?..AKP, seçim karargahında görev yapan bir kaynağımdan bilgi aldım.
Ankara için şunları söyledi; "Cumartesiyi Pazar gününe bağlayan gece saat 01'den sonra tüm okulların önleri ve tüm bulvarlarda belediye, tüm partilerin  afişlerini indirecek. Sonra sadece Tayyip Erdoğan'ın resimlerini asacaklar. Sandığa gidenlerin, son göreceği kişi o olsun istiyorlar. Böylelikle, Mehmet Özhaseki'yi değil reisi oylatalım diye karar aldılar. Özellikle, Sincan, Keçiören ve tüm taşra ilçelerde, tüm  okul duvarlarında bu yapılacak. Kararsız seçmen bizim için çok önemli..."

AKP'li kaynağımın anlattığı bu son dakika hamlesi, bence, sadece Ankara'da değil, başta İstanbul olmak üzere -iktidar açısından sıkıntılı- pek çok yerde uygulanabilir. Aman dikkat!..

Muhalefet adayları soğukkanlılıklarını kaybetmemeli. Provokasyon kokan tuzaklara düşmemeliler. Taraftarlarını sakinleştirip, hukuk ile mücadeleden de geri durmamalılar. Ne yaparlarsa yapsınlar, milletin gönlüne kalbine resmettiği adayları oradan kazıyamazlar. Millet, artık bıktı!.. Gerginlik ve kaos istemiyor...

Huzur istiyor!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ