Bu Blogda Ara

Çarşamba, Nisan 03, 2019

Hüseyin Aygün: Dersim eşitlik ve aydınlanma adası olduğunu yeniden kanıtladı - SOL

Dersimli hukukçu ve CHP'nin eski milletvekili Hüseyin Aygün, Fatih Mehmet Maçoğlu'nun Dersim belediye başkanlığına seçilmesini 'Bu eski ve yorgun kent, Türkiye tarihinde ilk kez bir komünisti kendisine belediye başkanı seçti. Koyu karanlığa itilmiş bir ülkenin, biricik eşitlik ve aydınlanma adası olduğunu yeniden kanıtladı' dedi.

Dersimli hukukçu ve CHP'nin eski milletvekillerinden Hüseyin Aygün, BirGün gazetesindeki köşesinde TKP adayı Maçoğlu'nun Dersim zaferini yazdı. 
Aygün, yazısında "Maçoğlu, Ovacık’ta kurduğu küçük tarım kooperatifiyle ilk kez adını duyurduğunda, kendi dünyasında eşitlik, kardeşlik ve dayanışma hayali görüyordu. Simon, Fourier ve Owen’den iki yüzyıl sonra onlarla aynı tutkulu hayali gören Fatih Maçoğlu, şimdi bunu tüm Türkiye’ye yaymayı amaçlıyor" dedi. 

Aygün'ün "Komünizm adası: Dersim" başlıklı yazısı şöyle: 
Hayaller, başlangıçtır. Her eylemin evvelinde hayal vardır. Hayal edebiyatta, sinemada, siyasette olmazsa olmazdır. Aşkta mı, hayal her şeydir. Bu karanlık ülkede yıllar önce solcu bir parti, kendisine aşkın ve devrimin partisi demişti.
Hayallerin mekânı farklı farklıdır. O gece derin bir uykuda veya bir öğleden sonrası kestirmesinde ruhunuzu ele geçirebilir. Daha büyük hayaller ise insanın bireysel dünyasını aşar. Bu mekân, bazen bir keşiş mekanı, bazen bir ulu dağ mağarası, bazen de unutulmuş tozlu bir tapınaktır. Ortadoğu’da çöldür, Avrupa’da adadır.

İlk sosyalistler hayalciydiler. Daha ortada ne kapitalizm, ne de makineler vardı. Eşit ve adil toplumun kurucuları henüz ortaya çıkmamıştı. Ama Saint Simon’un, Charles Fourier’in ve Robert Owen’in beklemeye ne mecali, ne de niyeti vardı. Bireycilik, amansız rekabet ve her türlü kötülüğün kaynağı özel mülkiyete karşı tepki dolu olan bu yazarlar, israfçı, adaletsiz ve plansız olan kapitalizme karşı eylemlerini hayata geçirmeye de çalıştılar.

Simon, iyiliksever bir fabrika düzeni kurarak sınıf kavgasına son verileceği hayalini kurdu. Fourier’e göre, insan tutkulu bir varlıktı ama kapitalizm tutkuları öldürüyordu. Kapitalizmin savurganlık, rekabetçilik, bunalım ve diğer hastalıkları ancak büyüklüğü beş bin hektarlık toprak parçaları üzerinde kurulacak falansterlerde insanlar bin 600 kişilik gruplar halinde yatıp kalkarak çalışma ve yaşamalarıyla engellenebilirdi. Salonlar, yemek evleri ve mutfaklar ortaktır. Falanster’lerde herkese tutukusuna göre iş verilecek, böylece çalışma zevkli ve gönüllü olacaktır.

Sosyalizmin İngiltere’deki temsilcisi Owen ise, işçilerin ve çalışanların yoksulluğundan derin bir üzüntü duymuş, yaşamını onların çalışma koşullarının düzeltilmesine adamıştır. Owen, büyük bir toplum reformcusu ve kooperatifçiliğin de ilk öncülerindendir. Köy ve fabrikayı, çalışanların insani şartlarını iyileştirmek için planlamış, fabrikaların yanında okul ve kreşler kurulmasını savunmuştur. Onun toplumsal örgütlenme modeli New Lanark adını almıştır. Ona göre, toplumsal kötülüğün kökeninde yarışma vardır ve buna karşı dayanışma sağlanmalıdır.

Thomas More’nun ütopyası bir adada geçer, ada ütopyanın bizatihi kendisidir. More da, eşitlik ve adalet hayallerine ruhunu kaptıranlardandır. Ütopya’da bütün mallar, mülkler ortaktır, altın ve gümüş değersizdir. Bir kişinin elde edibileceği toprak ve para sınırlandırılır. Özel mülk düşüncesini kökünden kurutmak için, her on yılda bir ev değiştirilir ve herkesin oturacağı ev kura ile belirlenir. Ütopya’da yasalar azdır, yirmi dört saatin yalnızca altı saati çalışmaya ayrılmıştır, üç saat öğleden önce yemeğe kadar, üç saat de iki saatlik dinlenmeden sonra akşam yemeğine kadar. Ütopya’da hayvan kestirilmez, acıma duygusunu yok eder, diye. Kadınlar on sekiz, erkekler yirmi iki yaşından evvel evlenemezler.

Dersim Anadolu’nun ortasında, dört dağın içinde, sıkıştırılmış, yapayalnız bir yerdir. Etrafında deniz yoktur, bu yüzden ada sayılamaz, ama içinden binlerce senedir iki sessiz nehir birden geçmektedir. Burada komünizm hayali hep vardı. Geçen yüzyılın ortalarında köylere tapu için takım elbiseli memurlar ilk defa geldiğinde, köylüler toprağın tapulanmasını anlayamamış, tuhaf karşılamışlardı. Köy, su ve toprak Hakk’a aitti, onu tapulamak da neydi. Henüz bir öğrenci olan İbrahim Kaypakkaya geldiğinde ise köylüler onu bağrına sevinçle basmışlardı.
Ve bu eski ve yorgun kent, iki gün evvel yine bir tuhaflıka imza attı ve Türkiye tarihinde ilk kez bir komünisti, kendisine belediye başkanı olarak seçti. Koyu karanlığa itilmiş bir ülkenin biricik eşitlik ve aydınlanma adası olduğunu yeniden kanıtladı. Fatih Mehmet Maçoğlu, Ovacık’ta kurduğu küçük tarım kooperatifiyle ilk kez adını duyurduğunda, kendi dünyasında eşitlik, kardeşlik ve dayanışma hayali görüyordu. Simon, Fourier ve Owen’den iki yüzyıl sonra onlarla aynı tutkulu hayali gören Fatih Maçoğlu, şimdi bunu tüm Türkiye’ye yaymayı amaçlıyor.   

SOL


Pazartesi, Nisan 01, 2019

1950-1971 dönemi / 12 Mart ve değişen sınıf ilişkileri – Mahir Çayan

Kısaca dersek, küçük-burjuva milli ekonomisi, emperyalist istismara cevap verecek şekilde değişikliğe uğramış, emperyalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu oligarşinin gayri milli ekonomisine dönüşmüştür. Küçük-burjuva diktatörlüğü yerini oligarşik diktaya terketmiş, küçük burjuvazinin milli ideolojisi ve politikası, oligarşinin gayri milli ideolojisi ve politikasına yerini bırakmıştır. 
Emperyalist tekellerle baştan bütünleşmiş olarak doğan yerli tekelci-burjuvazinin gerçek anlamda gelişip yaygınlaşması bu devrede olmuştur. Özellikle 1960’dan sonra, emperyalist üretim ilişkilerinin derinlemesine yayılmasına paralel olarak, yerli tekelci-burjuvazi de oligarşi içinde emperyalizmin temel dayanağı olmuştur. 
Ancak, bu dönemde herşeye rağmen, oligarşi ile küçük-burjuvazi arasında bir nispi denge ülkede süregelmiştir. Yani oligarşi devlete bu dönemde tam anlamı ile hakim değildir. Bu yüzden belli ölçülerde özellikle bürokrasi ve ordu içindeki devrimci-milliyetçiler etkinliklerini bu dönemde devam ettirebilmişlerdir. Fakat özellikle 1963’den sonra, yerli ve yabancı sermayenin ülkemizde giderek merkezileşip, yoğunlaşması ve meta üretiminin ta köylere kadar girmesi ile oligarşi kademe kademe gücünü artırmış ve nihayet 1971’de küçük-burjuvazinin sağ ve orta kanadını da kendi saflarına çekerek, ordu ve bürokrasi içindeki Kemalistlerin gücüne büyük bir darbe indirmiştir. 

12 MART VE DEĞİŞEN SINIFLAR İLİŞKİSİ
12 Mart darbesi ile birlikte, ülkedeki sınıflar kombinezonunda tam bir değişiklik olmuştur. Ülkedeki devrimci-milliyetçilerle oligarşi arasındaki nispi denge bozulmuş, devletin bütün kurumlarına oligarşi tam anlamı ile hakim olmuştur. 
Kökenini Osmanlı devletinden ve yirmibeş yıllık Cumhuriyet dönemi küçük-burjuva yönetiminden alan Türk ordusunun küçük-burjuva devrimci geleneği artık son bulmuş, ordu doğrudan emperyalizmin ve oligarşinin sömürgeci politikasının aleti olmuştur. (Bu, Türk Ordusunda devrimci-milliyetçilerin hiç kalmadığı anlamında yorumlanmamalıdır. Sosyal olayların sonucu birden ortaya çıkmaz. Ordu ve bürokrasi içinde devrimci-milliyetçiler bir süre daha barınacaklardır. Ancak artık eski güçlerini kaybetmişlerdir. Ve giderek de hızla tasfiye olacaklardır). 
Ülkemizde 12 Mart askeri darbesinin olması bir tesadüf değildir. Bu genel olarak, emperyalizmin III. bunalım döneminin, özel olarak Amerikan ekonomisinin 1967’den beri içine girdiği korkunç krizin, Yankee işgali altındaki ülkemize yansımasının bir sonucudur. Ülkemizdeki rejimin militarize olması ve de saldırganlığını artırması, Amerikan emperyalizminin ekonomisini askerileştirmesini olağanüstü artırıp, içerde ve dışarda terörünü artırmasının “Küçük Amerika”ya yansımasıdır. 
Amerikan emperyalizminin krizinin had safhaya ulaşması, ülkemizdeki tekellerin aç gözlü sömürüsünün artması emperyalist üretim ilişkilerinin iyice kökleşmesini oluşturdu. Bu ise, ülkemizdeki sosyal, iktisadi ve siyasi krizi iyice derinleştirdi. Paramız devalüe edildi. Fiyatlar görülmedik bir seviyeye yükseldi. Emekçi halkın yoksulluğu, sefaleti had safhaya ulaştı. 
Amerika, Türkiye’deki Süleyman Demirel hükümetine iki tavsiyede bulundu. Ülkede kendi sömürüsünü artıracak bir dizi “rasyonalizasyon” tedbirleri (dolayısıyla işbirlikçi-tekelci burjuvazi lehine) almasını (Bkz. OECD Raporları) ve orduyu yönetime katarak hızla gelişen demokratik mücadeleyi bastırmasını tavsiye etti. 
Süleyman Demirel yönetiminin bir ayağı tekelleşememiş vurguncu Anadolu burjuvazisine ve feodal kalıntılara dayandığından bu tedbirleri gereği gibi yerine getiremedi. Tekeller için “huzuru” sağlayamadı. 
Bunun üzerine alaşağı edildi. Ve askeri diktatörlük kuruldu. Böylece bir yandan aç gözlü tekellerin istismarını daha da artıracak, öteki egemen sınıf ve zümrelerin aleyhine sömürüyü disipline edecek bir dizi “reformlar” yapılmış olurken, öte yandan ordu ve bürokrasi içindeki devrimci-milliyetçiler geniş ölçüde temizlenmiş ve halkımızın korkunç seviyede artan sefaletinin oluşturduğu tepkiler terörle engellenmiş, tekellerin açgözlü sömürüleri için “huzur” sağlanmış olacaktı. 
12 Mart askeri darbesinin sonuçlarını ve aşamalarını sırasıyla şöyle özetleyebiliriz: 
1) Ülkemizdeki askeri diktatörlük, Amerikan emperyalizminin ülkemizdeki işgalinin aldığı son biçimdir. Bu, temsili demokrasinin rafa kaldırılması, düzen partilerinin rolünün asgariye indirilmesi demektir. Artık Türk Ordusu, oligarşinin halkımıza karşı yürüttüğü baskı politikasının açık ve doğrudan bir aleti olmuştur. 
Fakat Türk ordusunun alt kademe subaylarının niteliğini belirleyen milliyetçiliktir. Çoğunluğu da askeri liselerden gelen, küçük-burjuva emekçi kökenli kişilerdir. On yıldır emperyalizm sistemli çalışarak, ordunun küçük-burjuva devrimci geleneğini geniş ölçüde değiştirmiş, 12 Martla birlikte geniş tasfiyelere gitmiştir. Latin Amerika’daki gibi iç savaşa uygun bir biçimlenişi olmayan geniş Türk ordusunda, daha bir süre devrimci geleneğin izleri görülebilir. Ancak süratle oligarşi, tasfiyeler ve yeniden düzenlemelerle orduyu iç savaş ordusu haline getirerek doğrudan vurucu gücü haline getirmektedir. 
2) Oligarşi 12 Mart darbesini ülkemizdeki küçük-burjuvazinin gücünü dikkate alarak, onlara ters düşmeyecek, “Atatürkçü”, “milliyetçi”, “ilerici”, “reformcu” sloganlarla yapmış, I. Erim Hükümeti de reformist bir hükümet olarak görünmeye özel olarak dikkat etmiştir. 
Bu, asker-sivil aydın zümrenin radikal kanadının sağ kanat ile olan ittifakını bozmak, onu tecrit edip, bu sloganlarla en azından nötralize edip, bürokrasi ve ordu içindeki, “tarafsız” ve sağ kanadı kendi saflarına çekmek için uyguladıkları bir yöntemdir. Oligarşi, ülkedeki nispi dengeden dolayı, bu yöntemi uygulamaya mecburdu. Çünkü Türk Ordusu, ülkenin tarihsel gelişmesinin sonucu olarak, Latin Amerika orduları gibi oligarşinin henüz vurucu gücü olmuş ve o şekilde örgütlenmiş değildi. Bu mekanizmayı, kendi politikasının doğrudan aracı olarak kullanabilmesi için, bu türlü sloganlarla işini yürütmesi zorunluydu. 
Ayrıca Amerikan emperyalizmi sömürüsünü daha da genişletebilmek (tabi işbirlikçi-tekelci burjuvazi lehine de) yani sömürüyü disipline edebilmek için, bürokrasi ve ordu içindeki küçük-burjuva aydınlarının desteğine de muhtaçtı.
Şöyle ki, bu sömürüyü disipline etme eylemi, oligarşinin içindeki eski etkinliklerini kaybetmiş olsalar bile, hala belli bir güç olan, özellikle mecliste önemli bir çoğunluğu oluşturan öteki gerici sınıf ve zümreleri -ticaret ve tarım burjuvazisi ile feodal kalıntıları- son derece rahatsız etmektedir. Bu yüzden başlangıçta bu sarı “reformları” büyük bir tepkiyle karşıladılar. Bu gerçeği emperyalizmin ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin teorisinin yapıldığı Milliyet gazetesi şu şekilde özetlemektedir.
“… büyük burjuvazinin öncü çekirdeğini teşkil eden grup özel sektörün bazı kesimlerine göre daha ilerigörüşlere de sahiptir. İstekler öncelikle geleneksel ticaret ve tarım sermayelerini (kapitalizm öncesiortamdaki güçlerini sarsacak biçimde etkileyeceğinden) fazlasıyla rahatsız etmektedir. Oysa, var olankoşulların getirdiği kapitalist üretim biçimi Türkiye’de daha rasyonel tedbirlerin alınmasını zorunlukılmaktadır. OECD, 1970’in daha ilk günlerinde, Türkiye için bu yönde bir dizirasyonelleşme tedbirleri tavsiyeetmişti.”

(Ali Gevgilili, Türk Kapitalizmi ve Yeni İstekleri) 
Bu kapitalizm öncesi sınıf ve zümrelerin sömürüyü disipline etmeye yönelik “reformlara” karşı tepkilerini, emperyalizmin ve yerli tekelci-burjuvazinin saf iktidarı olan I. Erim Hükümeti, “ilerici, Atatürkçü, reformist” görünüm altında, küçük-burjuva aydın çevrelerin desteğini alarak, bu çevreleri bu zümreler üzerinde baskı unsuru olarak kullanıp, kırmaya çalışmıştır. Ve ilk dönemde, en radikal küçük-burjuva kanadının bile bu konuda desteğini almayı da başarmıştır. 
      
3) Ancak, silahlı propaganda, I. Erim Hükümetinin gerçek yüzünü ve emellerini, oligarşinin en gerici, en azgın ve terörist yönetimi olduğunu açığa çıkarmıştır. Böylece, Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçi yerli burjuvazinin oyununu alt üst ederek, maskesini alaşağı etmiş, kademeli planını bozmuştur. “İlerici, reformist, Atatürkçü” görünümü altındaki açık faşizmin erken doğum yapmasını sağlayarak, küçük-burjuva aydın çevreler de dahil olmak üzere kamuoyunun gözlerini açtı. 
Bugün, aşağı yukarı bütün küçük-burjuva devrimci aydınları I. Erim Hükümetinin niteliğini açıkça anlamış bulunmaktadırlar. 
4) Küçük-burjuva aydın kamuoyunun desteğini kaybeden emperyalizm-işbirlikçi (tekelci) burjuvazi ikilisi, bu sefer zorunlu olarak, sömürüyü disipline etmeye yönelik bir dizi rasyonelleştirme tedbirlerinden (sarı reformlarından) tavizler vererek, tekrar bu tedbirlerinden zarar görecek olan öteki gerici sınıf ve zümrelerle ortak müşterekler etrafında anlaşmışlardır. 
Bugün oligarşi içinde tam bir bayram havası hüküm sürmektedir. II. Erim Hükümeti de, bu anlaşmanın ve gericiler arası barışın hükümetidir. 
İşte 12 Mart ile birlikte ülkemizde sınıflar kombinezonunda meydana gelen değişiklikler bunlardır. 
Bütün bunların anlamı, kaba deyişle, ülkemizin Latin-Amerika ülkelerinden farksız bir ülke haline gelmesidir. Artık 1961-70 döneminin sınırlı demokratik ortamı tarihe karışmış, nispi denge bozulmuştur. Emperyalist işgalin ve istismarın Türk Ordusu aracılığıyla sürdürüldüğü, ekonomik ve demokratik amaçlı her çeşit kıpırdanmanın terörle susturulduğu, legal bütün yolların tıkandığı, devrimci politikanın silahla susturulduğu bir ülke haline gelmiştir Türkiye. 
Bundan böyle, bütün legal yolların tıkanmasından, emekçi kitlelere karşı tenkil politikasının en gaddarca sürdürülmesinden dolayı, kitlelerle diyalog kurmanın ve onları devrim saflarına çekmenin temel mücadele biçimi silahlı propagandadır. 
Ülkemizin Latin Amerika ülkelerinden ve de öteki geri-bıraktırılmış ülkelerden kendine özgü temel farklılıkları ise şunlardır: (Bu temel faktörlerin yanında daha pek çok tali faktör sayılabilir). 
 1) Ülkemizin jeo-politik durumu:  
Askeri ve taktik bir sorun olduğu için şu kadarını söyleyelim. Devrimciler için ülkemizin jeo-politik durumu oldukça önemli bir avantajdır. 
Dezavantajı ise, anti-komünizm propagandasının tarihi “moskof düşmanlığına” dayandırılmasıdır.
2) Tarihi ve sosyal gelişmenin oluşturduğu özellik:  
Osmanlı feodal bünyenin ayırtedici özelliklerinden (katı merkeziyetçiliği, güçlü devlet aygıtı ve zayıf oto-dinamizmi) dolayı, Anadolu insanının kafasında devlet mefhumu karşı konulmaz, yıkılmaz bir kavram olarak yerleşmiştir. Keza ülkede 1950’ye kadar yönetimi elinde tutan küçük-burjuvazi diktatörlüğünün, geniş bürokratik mekanizması ve tek parti anlayışının küçük-burjuva yukardan aşağıya tahakkümü, devlet otoritesinin “karşı-konulmaz, yenilmez ve yıkılmaz” bir güç olduğuna ilişkin yüzyılların yerleşmiş düşüncesini perçinlemiştir.  
Ayrıca merkezi devlet otoritesinin baskısı altında ezilmiş, bunalmış Anadolu insanı, kaderci bir düşüncenin rijid kalıpları içinde, “böyle gelmiş, böyle gider” düşüncesi ile politik pasiflik içindedir. (Emperyalizmin III. bunalım döneminde, geri-bıraktırılmış ülkelerde oligarşi ile halk kitlelerinin düzene karşı tepkileri arasında kurulmuş olan suni denge, ülkemizin tarihi, sosyal özelliklerinden dolayı, çok daha fazladır). Yıllardır aldatılmış, kazıklanmış olduğundan lafa, söze, vs.ye artık inanmaz olmuştur. Bu nedenle kendine söylenenlerin bizzat söyleyenler tarafından eyleme döküldüğünü görmeden inanmaz. 
     
II. yeniden paylaşım savaşından, özellikle 1960’dan sonra (Amerikan gizli işgalinin oluşturduğu) ekonomik, sosyal ve politik kriz ülkedeki sınıflar arası kutuplaşmayı ve emekçi kitlelerin memnuniyetsizliğini had safhaya çıkarmıştır.  
Bugün Anadolu’nun pek çok yerinde halkın uyanık kesimleri, düzenin bütün partilerinden umutlarını kesmişler ve bu sefaletten kurtulmanın tek yolunun isyan etmek olduğunun bilincine varmışlardır. Halkımızın uyanık kesimleri, Amerikan “gavuru” ile işbirliği içinde olan ağaların, patronların, parababalarının nasıl kendilerini iliklerine kadar sömürdüklerinin farkındadırlar. Kitlelerde zenginlik düşmanlığı had safhadadır. Onların anlayamadığı tek şey, yenilmez bir güç olarak gözlerinde büyüttükleri oligarşik devlet cihazının kof ve çürüklüğüdür. (Oligarşi, kitlelerin bilincinde fikri sabitlik derecesinde, “devlete karşı konulmaz” düşüncesini iyice perçinlemek için, sürekli olarak yaygara, gözdağı, kuvvet gösterisi ve demagoji ile özellikle bu konuyu işlemektedir).  
Bu yüzden beş-altı tane devrimci askeri eylem, (propagandası yapılmamasına rağmen) kitlelerde derin bir şaşkınlık ve sempati yaratmıştır. Latin Amerika ülkeleri de dahil olmak üzere hiçbir geri-bıraktırılmış ülkede, henüz mayalanma aşamasında olan bir gerilla mücadelesi, kitlelerin üzerinde bu kadar etkili ve prestijli olmamıştır.  
Bunun nedenleri açıktır.  
Bir kere, hiçbir geri-bıraktırılmış ülke insanında “devlete karşı konulmaz, çünkü yenilmez” yanlış düşüncesi Anadolu insanının kafasında şekillendiği biçimde şekillenmemiştir.
İkinci olarak, meclisten, düzen partilerinden ve politikacılarından nefret, nutuk ve lafta kalan propagandaya karşı alerji, ülkemizin emekçi kitlelerinde, hemen hemen öteki geri-bıraktırılmış ülkelerdeki kitlelerdekinden kıyaslanmayacak seviyededir.  
Üçüncü olarak, halkımızın uyanık kesimleri pasifist, kuyrukçu çalışma tarzı içinde olan “solculardan” bıkmış ve onlardan hiçbir hayır gelmeyeceğini de anlamışlardır. Yıllardır bu kesim gerçekten devrim meselesini ciddiye alan, umutlarını bağlayabileceği bir savaşçı örgütün özlemini duymaktadır (THKP-C’nin bugünkü prestijinin kaynağı da budur). 
İşte bu nedenlerden dolayı, devrimci propagandanın etkili olabilmesi, kitlelerin devrim saflarına çekilebilmesi için silahlı propaganda, Latin Amerika ülkeleri de dahil olmak üzere bütün geri-bıraktırılmış ülkelerden çok daha fazla ülkemiz için şart ve elzemdir. 
Kitlelerin düzene karşı memnuniyetsizlik ve kıpırdanmalarının eyleme dönüşmesi için, önce inandırıcı olmalıyız. Söylediklerimizi bizzat eylemimizle onlara göstermeliyiz. Devrimciler herşeyden önce bir yandan kitlelere, hakim sınıfların baskı örgütünün, yüzyıllardır kafalarında şekillendiği gibi olmadığını, aslında çürük ve kof olduğunu, onun bütün gücünün yaygara, gözdağı ve demagojiden ibaret olduğunu askeri eylemleri ile göstermelidirler. Öte yandan, kitleleri devrimci propagandaya açık hale getirebilmek ve bu yolla devrimci bilinci onlara götürüp onları devrim saflarına çekmek için, askeri eylemlerin üzerine oturmuş propagandayı işlemelidirler. 
Tekrar niteliğinde de olsa söylediklerimizi kısaca özetleyelim: 
Ülkemizin ekonomik, sosyal ve tarihi gelişiminin sonucu olarak, bir başka deyişle, geçmiş dönemlerde devletin niteliğinden dolayı, halkımızın tepkileri ile devlet arasında bir suni denge hep süregelmiştir. Emperyalizmin, III. bunalım döneminde istismar metodunda yaptığı değişiklik de böyle bir suni dengeyi kurmayı amaçlamaktadır. 
Bu bakımdan Amerikan emperyalizmi ülkemizde çok iyi bir zemin bulmuştur. Bu bakımdan Latin Amerika ülkeleri dahil olmak üzere bütün geri-bıraktırılmış ülkelerdekinden çok daha güçlü olan suni dengeyi bozmanın temel mücadele metodu barışçıl mücadele biçimleri değil, silahlı propagandadır. Pasifist ve revizyonist mücadele biçimleri bu suni dengeyi devam ettirmekten başka hiçbir şey yapamaz. 
Ve bütün baştan beri sıraladığımız nedenlerden dolayı, Şubat-Mayıs şehir gerilla eylemleri sonucu, halkımızın uyanık kesimlerinde düzene karşı duyulan memnuniyetsizlikler devrimci sempatiye dönüşmüştür. Her yeni, önce tepki ile karşılanır. Giderek yer eder ve benimsenir. Oligarşinin yurt çapında yürüttüğü karşı propaganda önceleri belli ölçülerde etkili olmuşsa da, şu anda artık eski etkinliğini yitirmiştir. Halkımızın düzene karşı nefreti o seviyededir ki, oligarşiye karşı yürütülen 5-6 askeri hareket bir anda devrimciler lehine azımsanmayacak bir prestij yaratmıştır. 
Silahlı devrim cephesine karşı somut bir yönelmenin olduğu ve mücadelenin tam bir nitelik sıçraması yapacağı evrede, silahlı propaganda, henüz rüşeym halinde iken darbe yedi. 
Şu anda bizlerin görevi, düzen değişikliğinin şu veya bu biçimde gerekliliğine inanan kitlelere böyle bir değişikliğin mümkün olabileceğinin güvencini yaratmaktır. Örgütsüz olan ve idealist düşüncenin perspektifinden, oligarşik devlet gücünü “dev gibi” güçlü ve yenilmez olarak gören kitlelere, merkezi otoritenin aslında göründüğü kadar güçlü olmadığını, kof olduğunu, bütün gücünün yaygara ve gözdağı olduğunu bizzat devrimci pratik içinde göstermek suretiyle bu güvenceyi yaratabiliriz. 
Evet, kitlelere, oligarşiye karşı savaşan silahlı devrim cephesinin güçlü olduğunu göstermemiz, bir bakıma kuvvet gösterisi yaparak, düşmanı yıpratmamız, moralman çökertmemiz gerekmektedir. Bunun tek yolu öncünün bir dizi askeri zaferleridir. Sağlanan potansiyelin kaybolmamasının, giderek genişlemesinin tek yolu budur. Devrimci merkezi yayın organı ancak, bir dizi askeri eylemlerden sonra söz konusu olabilir. (Bu, bu süre içinde devrimci yayının tatil edileceği anlamında yorumlanmamalıdır. Bu süre içinde kitlelere elbette askeri eylemlerin üzerine oturmuş, devrimci yayın yapılacaktır. Ancak bu aşamada bu periyodik olmayacaktır. Ayrıca siyasi kadroların eğitilmesini amaçlayan pratiğimize ışık tutan broşürler de çıkartılacaktır). 
Gerek neşir yolu ile, gerekse de propagandistler aracılığıyla yapılan ajitasyon ve propaganda var olan bir şeyin üzerine oturmak zorundadır. Bugün, birkaç tane sözde devrimci yayın organı çıkmaktadır. Zaman zaman çeşitli “solcu” fraksiyonların, kitleleri silaha sarılmaya davet eden bildirileri dağıtılmaktadır. Etkileri nedir? Etkileri hiçtir. Çünkü soyutun propagandasıdır. Kitleler, kendilerini bir dizi keskin laflarla, ayaklanmaya, silaha sarılmaya çağıranı bizzat savaşın içinde görmek ister. Özellikle Türkiye halkı, soyut propagandaya, “-ceğiz, -cağız”a hiç ama hiç itibar etmez. Kitleler 1961’den beri bu tip dergilere, bildirilere alışıktırlar. “Lafla peynir gemisi yürümez”. Kitle, öncüsünü bizzat savaşın içinde görmek ister. Görecek ki, senin içtenliğine inansın. Bu da yetmez. Senin önemli bir güç olduğuna inanacak ki sana meyletsin, sempatisi güvene, güveni de giderek desteğe dönüşsün. 
Ülkemizde pasifistler özellikle şunu söylemektedirler. “Yapılan eylemler kitlelerde sempati yaratıyor, ama hepsi o kadar…” 
Doğrudur. Kitleler bizlere karşı sempati duymalarına rağmen, henüz aktif olarak desteklemiyorlar ve mücadelenin içine girmiyorlar. Bu son derece doğaldır. Ne bekleniyordu yani? 5-6 askeri eylem sonucu, kitlelerin ayaklanıp, ülkede devrim yapması mı?  
Bu pasifistlerin devrimci mücadeleyi, kısa bir süreç olarak görmelerinin ve sosyal oluşumdan habersizliğinin bir kanıtıdır. 
Biz bugüne kadar şunu söyledik ve hala da söylüyoruz; devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır; onyılların mücadelesidir. Bugün henüz savaşın başındayız. Ve henüz mayalanma aşamasında kitlelerin bu sempatisi bile silahlı devrim cephesi için büyük bir kazançtır. Çünkü desteğin yolu, sempati ve güvenden geçer. Kitle önce silahlı devrim cephesine sempati duyacaktır. Ama gözünde büyüttüğü merkezi devlet otoritesinden dolayı, silahlı devrim cephesinin ezileceği düşüncesi ile eylemleri tereddüt ve büyük merakla izleyecektir. Gerilla savaşının başarı ile yürütülmesi üzerine görecektir ki, silahlı devrim cephesi önemli bir güçtür; yıkılmaz ve yok olmaz. O zaman sempatisi güvene dönecektir. Bu ikinci evredir. Güvene dönmesi çoğunluğun desteğinin kazanılması demek değildir. Ancak gerilla savaşı devamlı ve istikrarlı kılındıktan sonra, güven yavaş yavaş desteğe dönecektir. 
Herşey bizim kararlı, inançlı ve tutarlı savaşçılığımıza bağlıdır. Hiçbir zaman yılmamalıyız. Darbeler ve bozgunlar yılgınlık değil, tam tersine devrimci inanç ve öfkemizi bilemelidir. Daha tutarlı ve daha az hatalı savaşmamızı sağlamalıdır. 
3) Ülkemizin ekonomik bünyesinin ve de küçük-burjuvazinin politik ve ekonomik örgütlenmesinin oluşturduğu özellik: 
Ülkemizde küçük-burjuvazinin ekonomik ve politik örgütlenmesi, öteki emperyalist işgal altında olan geri-bıraktırılmış ülkelerden daha güçlüdür. Bu bakımdan ülkemizdeki oligarşi bugüne kadar zorunlu olarak, bu zümreye çok fazla ters düşmeden işlerini yürütmüştür. Hatta 12 Mart’tan sonra, azgınlığını ve terörünü artırmasına rağmen, yine de bir Pakistan, Yunanistan veya Brezilya’daki gerici yönetimler gibi açıkça hukukiliği ve demokratlığı reddetmemekte, görünüşte bazı ufak tefek tavizler vermektedir. 
İkinci olarak, ülkemiz, öteki emperyalist işgal altındaki geri-bıraktırılmış ülkelerin çoğuna göre, yüzde yüz dışa bağımlı da olsa, daha güçlü orta ve hafif sanayiye sahip bir ülkedir. 
İkinci temel özellikte, belirttiğimiz tarihi-sosyal-politik ve psikolojik etkenlerin yanında, bu iki etken de kitlelerin spontane patlamalarını pasifize etmede temel rolü oynamaktadır. 
Bu da solda, revizyonistlerin ve pasifistlerin barışçıl ve uzlaşıcı sözde mücadelelerine bir gerekçe olmaktadır. Pasifistler, uzlaşıcı ve teslimiyetçi tutumlarını, “ülkemiz, uzak-doğu veya Latin Amerika ülkeleri gibi değildir; oralardaki kitlelerde bir isyancı gelenek vardır. Oysa ülkemizde durum başkadır, böyle bir gelenek yoktur. Bu yüzden, önce kitleleri silahlı aksiyonun dışındaki mücadele biçimleri ile bilinçlendirip, örgütleyelim, yani silahlı mücadele için asgari (!) örgütlenmeyi sağlayalım, ondan sonra silahlı mücadeleye başlarız” diyerek haklı ve mazur göstermeye çalışmaktadırlar. Bu da, belli ölçülerde, önemli sayılmasa bile solda bulanıklık yaratmaktadır. Bu revizyonist ve pasifist yorum, formel mantığa göre çok mantıki (!) olduğu için, meselelere henüz diyalektik materyalizmin ışığı altında bakamayanların kafalarını bulandırmaktadır. 
Bizim gibi ülkelerin ekonomik ve sosyal durumunun revizyonizmin ve pasifizmin statik örgütlenmesi (kurumculuk) için maddi bir temel teşkil ettiğini Guevara şu şekilde izah etmektedir:
“Yoğun bir şehirleşmenin ve gerçek bir sanayileşme değilse bile az çok gelişmiş bir hafif ve orta sanayininbulunduğu ülkelerde gerilla grupları teşkil etmek daha zordur. Şehirlerin ideolojik etkisi, barışçıl usullerleörgütlenmiş kitle savaşları umudunu yaratarak gerilla savaşlarını frenler. Bu da bir çeşit ‘örgütçülük’ ya da‘kurumculuk’ (revizyonist örgütlenme) yaratır ki, az çok ‘normal’ sayılabilecek olan dönemlerde, halkın geçimşartlarının başka durumlara nazaran pek o kadar çetin olmaması ile nitelenebilir”.


KOMÜN 

Kaynak: Mahir Çayan, Bütün Yazılar, Eriş Yayınları, Kesintisiz Devrim II-III (Üçüncü Bölüm)

Mustafa Kemal Ve Atatürkçülük Üzerine - MAHİR ÇAYAN

Gazi Mustafa Kemalin Yükselttiği Tam Bağımsız Türkiye Bayrağı 1970’lerin Türkiye’sinde Biz Sosyalistlerin Ellerinde Dalgalanmaktadır
Denilebilecektir ki, Mustafa Kemal sosyalist değildi, siz sosyalistsiniz.
Evet, Mustafa Kemal sosyalist değildi, bizler ise sosyalistiz. Ve biz sosyalistler şartlar ne olursa olsun, O’nun başlattığı Anadolu ihtilalini (Milli Demokratik Devrimi) sonuna kadar götürmekte kararlıyız.
Atatürkçülük iddiasında oldukları halde, Atatürkçülüğün ne olduğundan habersiz kimilerine göre, bizim bu sözlerimiz kandırmacadır; Atatürk’ün yoluyla bizim yolumuz zıt yollardır.
Gerçekte meselenin böyle olmadığını, ortada bir zıtlığın mevcut olmadığını etraflı bir şekilde açıklayalım. Bunun için önce Atatürk’ün tarihi kişiliğini ve I. Kurtuluş Savaşı’mızın anlam ve niteliğini açık bir şekilde ortaya koymak gerekir.

A-) Gazi Mustafa Kemal Sosyalist Değildir.
“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve yutmak isteyen kapitalizme” karşı ulusu ayaklanmaya davet eden, Türk ulusunun baş düşmanını bu sözleriyle açıkça belirten ve de, emperyalizme karşı ilk muzaffer olmuş halk savaşını yöneten, dünyanın Türkiye’sinde dünyayı değiştiren Gazi Mustafa Kemal, her şeye rağmen sosyalist değildi. O’nun tarihi kişiliğini belirleyen anti-emperyalist ve anti-feodal bir ihtilalci olmasıdır. Dünyada bugün, başlangıçta, Gazi Mustafa Kemali örnek alarak, emperyalizme karşı bayrak açan pek çok anti-emperyalist lider, anti-emperyalist savaşın süreci içinde sosyalizmi benimsemesine rağmen, G. Mustafa Kemal’in sosyalizmi benimsememesinin nedenlerini kısaca ortaya koyalım.
  1. Mustafa Kemal Atatürk’ün emperyalizme ve kapitalizme savaş açmasına rağmen, sosyalist olmamasını ancak iki nedene dayanarak açıklayabiliriz.
a-) İç dinamik.
b-) Dış dinamik.
a-) İç dinamik:
Feodal Osmanlı İmparatorluğunda aydınlar arasında ve maarif sisteminde sosyalist teori ve düşünce Avrupa’daki gibi yaygın bir alana sahip değildi. O dönemin Osmanlı İmparatorluğunda, sosyalizmin ne olduğunu doğru dürüst bilen bir aydın kadro mevcut değildi.
Osmanlı ilerici aydınları arasında, işçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizm bir yana, burjuva demokratik devriminin bir ürünü olan ulusçuluk, uluslaşma fikirlerinde bile tam bir netlik ve berraklık mevcut değildi.
İşte G. Mustafa Kemal, böyle bir ortamda yetişmiş, kendisini yetiştirmiş ve mücadelesini sürdürmüştür. Kişinin düşünce, ideal ve perspektiflerini belirleyen onun maddi-çevresidir. Henüz burjuva demokratik devrimi hakkında bile düşüncelerin tam bir açıklığa kavuşmadığı böyle bir ortamda, G. Mustafa Kemal’in proletaryanın ideolojisi hakkında açık ve kesin bilgilere sahip olması; sosyalist olması elbette ki beklenemezdi. Bu nedenle hiçbir sosyalist O’nu sosyalist olmadığı için kınayamaz, yargılayamaz.
O’nun, o ortamda, anti-emperyalist ve anti-feodal düşünce aksiyon içinde olması bile önemli bir şeydir. Böyle bir ortamda Milli Kurtuluşçu düşünce, aksiyon içinde olmak, çok üstün yeteneklere sahip bir kişiye özgü olabilir. Ayrıca G. Mustafa Kemal sosyalist olsaydı bile, yine de devrim cephesi için önemli bir değişiklik olmayacaktı. Çünkü, bir kere, Türkiye uluslaşma ve ulus olma aşamasındaydı. Ve bu aşamada bir sosyalist önderin yapacağı, genel hatlarıyla G. M. Kemal’in yaptıklarından pek farklı olmayacaktır.
İkinci olarak, sosyalist aksiyon bir kadro ve sınıf hareketidir. Oysa o dönemde ne bilinçli bir işçi sınıfı, ne de böyle bir hareketi götürecek bir kadro mevcuttu.
Özetlersek, bu iç-konjonktürden dolayı, G. M. Kemal, sosyalist düşünceye zaman zaman yaklaşmasına rağmen, sosyalist değildi.
Gerek feodal Osmanlı İmparatorluğunda(!) eğitim ve entelektüel seviyeden dolayı aldığı formasyon icabı, gerekse de yurtsever bir asker olarak cephelerden cephelere vatan müdafaası için geçen hayatından dolayı, sosyal sistemleri ve doktrinleri incelemeye zaman bulamadığı için sosyalist değildir.
O, dünyada ilk defa zaferle sonuçlanmış bir halk savaşının büyük bir lideri olarak, mazlum ulusların emperyalistleri alt edebileceğini ilk defa gösteren bir ihtilalci olarak, yalnız Türkiyeli devrimcilerin değil, bütün dünya devrimcilerinin taktir ve şükranla anacakları bir kişidir.
Eğer, büyük çapta üretim çağında (20. yüzyılda) geri kalmış bir ülkenin kazandığı istiklalin devamının, ekonomik alanda büyük çapta üretimi gerçekleştirmekle mümkün olacağını ve bunun tek yolunun sosyalizme kademeli olarak geçmekte olduğunu bilseydi veya bu konuda bu günün dünyasında mevcut deneyler olsaydı (yani dış dinamik uygun olsaydı), O’ndaki vatanseverlik ateşi. O’nu mutlaka sosyalizme götürürdü.
Götürürdü diyoruz; Çünkü 20. yüzyılın ikinci yarısında birçok ezilen ülke M. Kemal’in açtığı yoldan yürüyerek sosyalizme varmış pek çok devrimciye tanık olmuştur.
İşte devrimci Küba halkının önderi Fidel Castro… Castro, Yankee emperyalizmine ve onun Küba’daki piyonu hain Batista diktasına karşı Kurtuluş bayrağını açtığı sıralarda sadece bir Milli Kurtuluşçuydu; Sosyalist değildi. O, Yankee emperyalizmini ülkesinden kovma mücadelesi içinde, yani “Tam Bağımsızlık”kavgası içinde. Halk savaşı ile kazanılan bağımsızlığın, ekonomide büyük çapta üretimi gerçekleştirmekle devam ettirebileceğini ve bunun da Milli Demokratik Devrim ekonomisinin bir süreç içerisinde tesisinden sonra, Sosyalist Ekonomiye geçmekle mümkün olduğunu görmüş ve böylece Castro’nun yurtseverliği, O’nu sosyalizme götürmüştür. İşte Kongo’nun Milli Kahramanı Lumumba… Liberal bir burjuva aydını iken anti-emperyalist mücadele Lumumba’yı sosyalizme götürmüştür.
Keza, emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı veren diğer Afrika ülkelerinin lider kadrolarında da aynı durumu görmekteyiz. (Örnekler çoğaltılabilir.)
Bütün bu ülkelerin devrimci önderleri, bağımsız bir ulus olarak yaşamanın, kalkınmanın yolunu kapitalist olmayan bir yolda gördükleri için yavaş yavaş sosyalizmi benimsemektedirler. Ve bu önderlerin başlangıçla örnek aldıkları kişi, çoğu zaman Gazi Mustafa Kemal’dir.
b-) Dış dinamik:
Eğer, 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki dünya şartları, bugünkü gibi olsaydı, bu büyük gerçeği M. Kemal de görebilirdi. Ne yazık ki o günün dünya şartları, bu açıdan son derece olumsuzdu.
1925-1930’ların dünyasında, sadece SSCB sosyalistti. Orada da rejimin ilk yıllarında yalpalamalar içindeydi; yani henüz gerçek yörüngesine oturmuş değildir.
Kısaca sosyalizmin pratikte başarısı dostun düşmanın kabul edeceği bir gerçek haline gelmemişti. Ayrıca, bugünkü gibi, Küba, Vietnam, Çin, Kore vb. deneyleri yani geri bir ülkenin her bakımdan bağımsızlığını koruyarak sosyalist bir yönetim altında kalkınabileceğinin deneyi mevcut değildi.
O dönemde Stalin’in şartların zorunlu kıldığı “Tek Ülkede Sosyalizm”(socialism in onecountry) teorisi, tek geçerli teoriydi. Yani geçerli teori SSCB etrafında sosyalizmin genişlemesi teorisiydi.
İşte bu içerik ve pratik durum, Atatürk’ü çok etkilemişti. O’nun giderek sosyalizme muhalif tavır almasını etkileyen (iç-konjonktürden daha etkili) en önemli etken dış konjonktür olmuştur. Çünkü bu durum da G. Mustafa Kemal’in “Tam Bağımsızlık”ilkesiyle bağdaşmıyordu. (Buna rağmen, bu durum G. M. Kemal ile Lenin arasında ve Türkiye ile SSCB arasında yardımlaşma ve dostane ilişkiler kurma yolunda bir engel teşkil etmemiştir.)
Dünya sosyalist hareketinin tek merkezden, yani o dönemde SSCB’ne bağlanması gerekliliğini ihtiva eden bu teoriden dolayıdır ki, G. M. Kemal, bu bütün sağcıların ve anti-sosyalistlerin dört elle sarıldıkları şu sözleri söylemiştir: “Bolşevizm bila kayd-ü şart, Rus hakimiyeti demektir.”
Daha çok bir yorum niteliğini taşıyan bu sözleri 1925-1930 şartları içinde değerlendirmek gerekir.
Nitekim günümüzde durum değişmiş, o dönemin şartlarının zorunlu kıldığı, ancak belirli bir mihraka bağlanarak sosyalizme yönelme teorisi, değişen bu şartlarla yerini, genel olarak birbirine yardım ve saygı ilkesine ve sosyalizme yönelmiş ülkelerin her bakımdan serbestisini esas alan, bir bütün olarak sosyalist dünyanın esenliğini düşünen ilişkilere terketmiştir.”
Eğer 20. yüzyılın ilk çeyreğinde iç ve dış konjonktür, bugünkü gibi, uygun olsaydı, 20. yüzyılın üçüncü çeyreğindeki bütün milli ihtilalciler gibi Tam Bağımsızlık ilkesi üzerine titreyen G. M. Kemal de sosyalist olabilirdi. G. M. Kemal ekonomik doktrin ve sistemleri inceleyemediğini bizzat kendisi söylemektedir.
Diyor ki Gazi: “Tarih bizden, iyi niyetli insanlardı, ama iktisat bilmiyorlardı, diye söz edecektir…”

B-) Gazi Mustafa Kemal İddianamede Belirtildiği Gibi Evrimci Değil, Devrimci (İhtilalci)dir.
Önce; iddianamede yanlış kullanıldığı için “Evrim”ve“Devrim”tanımlarını açıklayalım.
Fransızcası evolution olan evrim sözcüğü, mevcut ekonomik ve sosyal düzen (mevcut üretim ilişkileri) temel alınarak, o ekonomik ve sosyal düzenin bir takım ıslahatlarla tedavi edilmesi anlamında kullanılır.
(Revolution) Devrim tanımı ise, mevcut ekonomik ve sosyal düzenin yıkılarak, bir ileri ekonomik ve sosyal düzene geçiş, bir başka deyişle, üretim araçları sahipliğinin bir süreç içinde yeni bir sınıfın veya sınıfların eline geçişi anlamında kullanılır.
Mevcut düzenin değişmesini istemeyip, sadece onu bir takım reformlarla tedavi etmeyi savunan kişiye evrimci denir. Mevcut düzenin kökten değişmesini isteyen kişiye ise devrimci (ihtilalci) denir.
Bu tanımları, sadece sosyalistler bu anlamda kullanmazlar. Bugün sağcısının da, çeşitli eğilimde olan sosyolog, siyaset bilimcisinin yukarıda belirttiğimiz anlamda kullandıkları bilimin ortak kavramlarıdır. Sosyal Demokrat Duverger de bu tanımları bu anlamda kullanır, emperyalizmin savunucuları olan Rostow da, Râymond Aron da, sosyalist sosyal bilimciler de bu tanımı bu anlamda kullanırlar.
Oysa iddia makamı, sosyoloji, siyaset bilimi, felsefe ve ekonomik ortak kavramları olan bu tanımları ters çevirerek bu “Devrim”tanımının, Marks’a göre komünizme geçişin bilimsel tanımı olduğunu iddia etmektedir: (Bkz. iddianamenin 8. sayfası)
Eğer bunda art niyet aranmazsa, bu tam bir bilgisizlik örneğinden başka bir şey değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu kavramlar, sadece sosyalistlerin kullandığı kavramlar olmayıp, sağcısının da solcusunun da aynı anlamda kullandığı sosyal bilimlerin kavramlarıdır.
Ve bu devrimin tanımın da sosyal bilimlere ilk sokma şerefi Marks’a değil, Marksist olmayan Mathieng’e aittir.
Marks’ın komünizme geçiş tanımı şudur. “Herkese çalışmasına ve yeteneğine göre pay”yasasının geçerli olduğu proletarya diktatöryası (işçi sınıfı devleti) aşamasında, devletin ve işçi sınıfı da dahil olmak üzere sınıfların ortadan kalktığı, “ihtiyaca göre pay”yasası aşamasına geçiştir. Marks’ın komünizme geçiş tanımı budur.
İddia makamının “Marks’ın Komünizme geçişin bilimsel tarifi”olarak iddia ettiği DEV-GENÇ’in bildirilerindeki tanım, emperyalist boyunduruk parçalanarak, emperyalist üretim ilişkilerinden, Milli ve Demokratik Sosyal Düzene geçişin tanımıdır.
Devrim sözcüğünden, bilimi alt-üst edecek kadar alerji duyan iddia makamı, bu eylemini bütün dünyanın, sağcısının da solcusunun da “ihtilalci”olarak tanıdığı G. M. Kemal Atatürk’ün devrimci değil de evrimci olmasına kadar götürmektedir. (Bkz. iddianamenin 5. sahifesine)
Gazi Mustafa Kemal sapına kadar ihtilalcidir. O, sömürge Osmanlı feodal mekanizmasını ve ekonomik-sosyal ilişkilerini paramparça ederek, emperyalizmi ve levantenleri (komprador burjuvaziyi) tamamen tasfiye etmiş, hilafet, teokratik yönetim… vs. gibi feodalizmin üst yapı kurumlarını paramparça ederek Milli ve Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.
Bu bir ihtilal değil midir? Bu Anadolu ihtilalidir, bütün sömürge ve yarı-sömürge devrimcilerinin örnek aldıkları, kelimenin gerçek anlamıyla bir ”ihtilal, devrimdir.”
Evet, bu bir devrimdir. Anadolu ihtilali, Milli Demokratik Devrimdir. Ancak anti-emperyalist ve anti-feodal Anadolu ihtilali, sürekli kılınamamış, sonuna kadar götürülememiştir.
Bunun nedenleri biz ayrıntılı olarak daha önce anlattık, şimdi kısaca özetleyelim:
a-) Mustafa Kemal’in etrafındaki kadronun yetersiz oluşu:
Bilindiği gibi, bir insan ne kadar büyük yeteneklere sahip olursa olsun, eğer tek başına ise devrim hareketinin sorunları onu aşar; sosyal dönüşümler tek kişinin omuzlayacağı bir mesele değildir. Devrim hareketi bilinçli bir kadro hareketidir. M. Kemal ve birkaç arkadaşının dışındakiler Anadolu ihtilali hakkında açık ve kesin bir perspektife sahip değillerdi. Kimisi, Kurtuluş Savaşına, Müslümanlığı kurtarmak için katılmıştı, kimisi de, zaferden sonra, meşruti bir yönetimin kurulacağını hayal ediyordu.
b-) Sosyal Sınıflar Kombinezonu:
Bilindiği gibi, emperyalizmin, ülkeden kovulmasına, komprador burjuvazinin ekonomiden tasfiye edilmesine, yani devrimin anti-emperyalist yanı, başarıyla sonuçlanmasına rağmen, anti-feodal yanı tamamlanamamış, feodalizmin üst yapı kurumları yerle bir edilmesine rağmen, ekonomik alanda feodal mütegallibenin gücü kırılamamış, toprak mülkiyetinde köklü bir dönüşüm yapılamamıştır.
Aslında M. Kemal Atatürk ta başından beri, feodal mütegalibeyi hedef almış, ancak onun üst yapı kurumları ve politik gücü parçalanmasına rağmen, ekonomik gücü bertaraf edilememiştir.
Bunun başlıca sebebi, o günkü sınıflar kombinezonudur.
O günün şartlarında devrimci sınıf ve zümreler bilinç ve örgütlenme bakımından son derece zayıf durumdaydılar. Sanayimiz son derece cılız olduğu için, ülkenin politik hayatında etkili olabilecek reformları iteleyebilecek nitelik ve nicelik güce sahip bir işçi sınıfı mevcut değildi. Ümmetçi ideolojiler içinde olan geniş köylü yığınlarında ise, Milli ve Demokratik bilinç bu kitleyi devrim harekatına temel yapabilecek seviyede değildi.
Anadolu devriminin tutucu sınıf ve zümrelere karşı dayanabileceği tek zümre, askeri-sivil aydın zümredir. I. ve II. Kurucu Meclisin sınıfsal terkibine baktığımızda bu gerçeği açıkça görmekteyiz, her iki meclis de feodal mütegallibenin ve mandacıların temsilcilerinin önemli oranda sandalyeye sahip olduğu görülmektedir, öyle ki, Anadolu Devriminin her an alaşağı edilmesi bile mümkündür.
Gazi’nin, bütün hayatı boyunca, emperyalizme sırtını dayamış olan feodal mütegalibe ve mandacılar sürekli olarak Anadolu devrimini sabote etmişlerdir.
Bu şartlarda Anadolu devriminin daha ileri gitmesine maddeten imkan yoktur. Görüldüğü gibi, o tarihi dönemin sınıflar kombinezonu, Anadolu Devriminin sürekli kılınmasına, tamamlanmasına elverişli değildi. Buna rağmen devrimin anti-emperyalist cephesi zafere ulaşmış, anti-feodal cephesinde ise üst yapı kurumlarında tam bir dönüşüm sağlanmış, Milli, Laik Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Hiçbir zaman gayri milli sınıf ve zümrelere, politik iktidarda son söz söyletilmemiş ve feodal mütegallibe, politika arenasında sindirilmiştir.
Bu gerçekleri, Prof. Dr. Aytekin Ataay, şu şekilde açıklamaktadır: ”… daha başlangıçtan beri etkisi yaygın bir ”yeraltı kuvveti” (LordKinros) ile savaşmak zorunda kalan Türk Devrimi de bu nedenle zaman zaman tehlikeye düşmüş, duraksama dönemleri geçirmiştir.” (Bkz. Atatürk’ün Görüşleri, 9 Eylül 1971 Milliyet Gazetesi, s. 2)
Kinross’un bahsettiği bu “yeraltı gücü”, emperyalistlerin dış desteklerini almış olan feodal mütegallibe ve mandacıların sürekli komplolarından başka bir şey değildi.
  1. M. Kemal, ölümüne kadar, bu güçlerin ekonomik etkinliğini kırmak için, ortam hazırlanmasıyla uğraşmış, uygun ortam beklemiş ve yeni kuşakların bu anlamda devrimi devam ettirmelerini istemiştir. (Bkz. Gazi’nin çeşitli Söylev ve Yazıları.)
Özetlersek, Anadolu ihtilali, anti-emperyalist ve anti-feodal bir devrimdir. Yani Milli Demokratik Devrimdir. Ancak devrim yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı duraklamalara uğramış, sürekli kılınamamıştır.
Bu yüzden de, ekonomide de yavaş yavaş işbirlikçi burjuvazi palazlanmaya başlamış ve feodal mütegallibenin, bu ittifakı sonucu, ülke, G. M. Kemal’in ölümünden sonra Amerikan emperyalizminin vesayeti altına girmeye başlamıştır.
1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, Anadolu İhtilali’nin sonu, karşı devrimin ise zaferidir.

C-) ”İhtilalci – Sosyalist” Tanımlaması Gerçekleri Yansıtmamaktadır.
İddia makamı, ihtilalci kavramı ile Marksist kavramını eş anlamda kullanmaktadır.
Bu anlayış, hayatın realitelerine dünya devrimci pratiğine ve de bilime aykırı bir anlayıştır. Sosyalist olmayan bir kişi pekala ihtilalci olabilir. Mesela: Büyük Fransız Devriminin önderleri, Marat, Robespierre… sosyalist değillerdi, ama gerçek birer ihtilalci idiler.
Proletaryanın ideolojisi olan sosyalizmin henüz teorik ve pratik temellerinin mevcut olmadığı 18. yüzyıl için geçerli olan bu durum, 20. yüzyılda da geçerlidir.
Bu gerçek, 20. yüzyılda yani sosyalist ve milli demokratik devrimler çağında emperyalist boyunduruk altında olan bizim gibi ülkelerde özellikle geçerlidir.
Şöyle ki:
Bolivya’da Yankee emperyalizmine karşı isyan bayrağı açarak dağa çıkan Papaz Camillo Torres, sosyalist değildi, ama gerçek bir devrimciydi.
Cezayir Halk Savaşı’nda, Fransız emperyalizmine karşı, kanla, ateşle halkının kurtuluş destanını yazan Cezayir Milliyetçileri Marksist değillerdi, ama kelimenin gerçek anlamıyla ihtilalciydiler.
Dünyanın ilk zaferle biten Halk Savaşını sürdüren Kuvayı Milliye’nin yönetici kadrosu sosyalist değildi, ama sapına kadar ihtilalciydi…
Keza, bugün, Vietnam’da Amerikan Emperyalizmine karşı dövüşen Budist rahipler Marksist değillerdir, ama devrimcidirler.
Hayat, bunun tersinin de geçerli olduğunu söylemektedir. 20. yüzyılda devrimci pratiği, sosyalist olmayan devrimcileri kaydettiği gibi, tüzük ve programlarında “Marksist-Leninist”yazan pek çok örgütün (ve de mensuplarının) devrimci olmadıklarını da belirtmektedir. Mesela, Latin Amerika’da Milli Kurtuluş harekatına yan çizen pek çok “Marksist Parti”vardır. Ama bu parti ve mensuplarının hiçbiri devrimci değildir. Papaz CamilloTorres bunların hepsinden daha ilericidir ve de devrimcidir.
Keza, Cezayir Halk Savaşı’nda Milli Kurtuluş Savaşı’na yan çizerek, Cezayir için en iyi çözüm yolunu sosyalist Fransa’nın bir eyaleti olmasında gören Cezayirli Sosyalist aydın da, O’nun partisi de devrimci değildir. Bilimsel Sosyalizmden habersiz Cezayirli bir milli kurtuluşçu, bu aydından da, O’nun partisinden de ilericidir, devrimcidir.
Bu örneklere, sayısız örnekler katmak mümkündür.
Kısacası, kim emperyalist boyunduruğa karşı, halkının kurtuluşu için, bütün varlığını ortaya koyarak savaşıyorsa ihtilalci de, devrimci de, ilerici de odur!
İhtilalci ve ihtilal kavramlarından, sadece sosyalist ve proletarya devrimini anlayan iddia makamı için, Atatürk, elbette ki devrimci (ihtilalci) değildir, evrimcidir. Bize ve tarihe göre, meselenin bu izah tarzı, en nazik deyimle, G. M. Kemal Atatürk’ün tarihi kişiliğini ve O’nun eseri olan Anadolu İhtilali’ni hiç ama hiç anlamamanın somut belgesidir. Ve G. M. Kemal Atatürk’ü bu şekilde değerlendirenler ne kadar Atatürkçülük iddiasında olurlarsa olsunlar onların Atatürkçülüğü, “gardrop” Atatürkçülüğünden öteye gitmez.
Hayatın cilvesine bakın ki, onun açtığı yolda Milli Kurtuluş Bayrağını 1971 Türkiye’sinde dalgalandıran bizleri O’nun adına, O’nunla uzaktan yakından ilişkisi olmayanlar tarafından O’na ihanetle suçlanıyoruz.
Gerçekten garip olan bu durum, asla bizi şaşırtmıyor. Bu, tarihin her döneminde hakim sınıfların uyguladığı bir taktiktir. Ülkesinde dünyayı değiştiren, halkına ve ulusuna mal olmuş her ihtilalciyi, ölümünden sonra hakim sınıflar (O’nun devrimci kişiliğini ve eylemini kendi sınıfsal çıkarları paralelinde tahrif ederek) O’nun izinde yürüyen devrimcilere karşı, kalkan olarak ileri sürerler. Bu, objektif bir olgudur ve bugüne kadar, sınıflar mücadelesinde, ilerici gerici mücadelesinde hep böyle süre gelmiştir.
Büyük Fransız Devriminde, karşı devrimciler tarafından katledilmiş olan devrimci Marat, bir süre sonra, O’nun izinde yürüyen devrimcilere karşı, karşı devrimin bayrağı olarak çıkartılmaya çalışılmıştır. Marat’ın izinde yürüyen Jakoben’lere (Robespiyer ve arkadaşlarına) karşı, tutucu Jirondenler, Marat’ı kalkan olarak kullanmışlardır. O’nun izinde yürüyenleri”O’nun adına, O’nu katledenler suçlamışlardır.
Ülkemizde de bugün aynı oyun oynanmaktadır.
Gazi Mustafa Kemal’in ”Ya İstiklal, Ya Ölüm” şiarını kendisine şiar edip, O’nun hedeflendirdiği Tam Bağımsız Türkiye için mücadele edenlerin karşısına, karşı devrim Atatürkçülük iddiasıyla çıkmaktadır.
Bu, tarihin paradoksudur:

D-) Gerçek Atatürkçülük Nedir?
Başına “gerçek”kelimesini koymak gereksinmesini duymamızın başlıca nedeni, yukarıda belirttiğimiz gibi, bugün Atatürkçülükle uzaktan yakından ilişkisi olmayan, Atatürk’e tam bir ihanet içinde olanların Atatürkçü kisvesi içinde olmalarındandır.
Konuya geçmeden önce, hemen belirtelim ki, İddianame’nin 6. sayfasında “Kurtuluş Savaşı dönemini, daha sonraki Kemalist devrimciler döneminden ayırmak gerekir şeklinde bizim görüşlerimizmiş gibi ileri sürülen görüşler bize ait değildir. Bu görüşe katılmadığımız gibi, bize ait de değildir. Emek Dergisinin görüşüdür. Ve bizim Emek Dergisiyle hiçbir bağlantımız yoktur.
Biz, Kurtuluş Savaş’nı ve sonrasını bir bütün olarak, Anadolu ihtilali olarak görüyoruz. Doğrusu da budur.
Asker sivil aydın zümrenin önderliğinde yürütülen 1. Kurtuluş Savaşımız ve zaferden sonraki anti-emperyalist ve anti-feodal reform tedbirleri bir bütündür. Daha önce de izah ettiğimiz gibi, önder sınıfın karakterini yansıtan ve çeşitli duraksamalar, hatta zaman zaman geriye dönüşmeler geçirmiş ve de tamamlanamamış olan bir Milli Demokratik Devrimidir.
Milli Demokratik Devrim’de halk savaşı, “Milli Kurtuluş Savaşı”devrim sürecinin en önemli aşamasıdır, ama bütünü değildir.
Biz bu konudaki görüşlerimizi Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 15. sayısında yayınlanan “Sağ Sapma, Devrimci Teori ve Pratik”yazımızın, “Kemalizm’in Sağı, Solu ve Asker Sivil Aydın Zümre”bölümünde çok açık bir şekilde ortaya koymuşuzdur.
O bölümde Kemalizmin bir burjuva ideolojisi olmadığını açıkça ortaya koyduktan sonra Kemalizmi şu şekilde tanımlıyorduk: “Kemalizm, emperyalist boyunduruk altında olan yarı sömürgeülkelerin devrimci milliyetçilerinin bir kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’e ruh veren, onu yaşatan “Milli Kurtuluşçuluğun” (yani, anti-emperyalist ve anti-feodal) tavır alışıdır.”
Kemalizm’in bir doktrin ve ideoloji olmadığını da o yazımızda ortaya koyarak –Kemalizm’in belli bir ekonomi politikası olmadığını belirterek — Kemalist yönetimin ekonomik alanda bazen devletçilik yanının ağır bastığını, Milli Burjuvazi yaratma gayretleri içinde olduğunu belirtiyorduk. Kemalist yönetim, ekonomide kartelleşme ve tröstleşmeye, emperyalist tekellerle bütünleşmeye daima gücü oranında engel olmaya çalışmıştır. Bir başka deyişle, Kemalizm’in devletçilik politikasında, tekelci kapitalin açıkça desteklenmesi asla görülmez. Anti-Kemalist yönetimin yani karşı devrimin devletçilik politikası ise devletin imkanlarını, tekelci kapitalin, yerli ve yabancı tekellerin hizmetine sunma politikasından başka bir şey değildir.
Özetlersek, Kemalist yönetimin devletçilik politikası, çeşitli yalpalamalarına rağmen milli bir sanayici sınıf yetiştirmeye yönelikti. Kısa süren devrimci 27 Mayıs yönetimi bir yana bırakılırsa, son 25 yılın devletçilik politikası ise emperyalizmle bütünleşmiş olan, (işbirlikçiler), tekelci burjuvaziyi geliştirme politikasıdır.
Bu gerçek sadece biz sosyalistler tarafından dile getirilmemektedir. Finans kapitalin temsilcileri de bu gerçeği kabul etmekte ve açıkça belirtmektedirler. –tabii değişik terminoloji ile– Mesela, İstanbul Sanayi Odaları Başkanı Ertuğrul Soysal’ın 6 Eylül 1971 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin ikinci sayfasında “Ekonomimizdeki Durgunluk Nedenleri”başlığı altında yayınlanan yazısında, ekonomimizin niteliği hakkında şöyle denilmektedir: “Gerçekten 25 yıldan beri özel sektör kanadı ağır basmaktadır.”Oysa 25 yıl içinde de ekonomide devlet sektörü, özel sektöre nazaran ağırlığını sürdürmüştür. Bu nedenle burada kastedilenin devletçiliğin niteliği olduğu açıktır.
Gerçekten de, Atatürkçülük (Kemalizm), bir doktrin veya bir ideoloji değildir. Bu nedenle, biz Kemalizm’in bir burjuva ideolojisi olduğunu iddia eden görüşe karşıyız. Çünkü, kapitalizmin emperyalizm döneminde yani 20. yüzyılda, burjuvazi artık ilerici, devrimci, demokrat ve milliyetçi niteliklerini kaybetmiştir. Onun ideolojisi artık milliyetçilik değil, kozmopolitizm’dir. Vatan, millet bayrağını o, geminin bordasından aşağıya atmıştır. Bu gün bu bayrağı burjuvazinin solunda güçler yükseltmektedirler. Şüphesiz bizim gibi yarı sömürge ülkelerde, henüz milli niteliğini kaybetmemiş burjuvazinin bir kesimi vardır. Ancak bu ülkelerde milli burjuvazi son derece zayıf ve cılızdır. “Vatan”, “Millet”bayraklarını yükseltecek, anti-emperyalist bir savaşın önderliğini yüklenecek güçten yoksundur. Milli Burjuvazi, bu yüzden devrim hareketine en son katılan bir güç olabilir. Bu bakımdan, kanımızca asker sivil aydın zümrenin başını çektiği Anadolu ihtilalini, Milli Burjuvazinin hareketi, Kemalizm’i de burjuvazinin ideolojisi olarak nitelendirmek de yanlıştır.
Kemalizm, ülkemizde asker sivil aydın zümrenin geleceğini yansıtan, anti-emperyalist ve anti-feodal bir tavır almıştır. Bu yüzden Kemalizm’in sağı solu olmaz.
Kemalizm soldur Milli Kurtuluşçuluktur, emperyalizme karşı bu zümrenin isyan bayrağıdır.
Milli Kurtuluşçu bir tutum yansıtması açısından bizler sapına kadar Atatürkçüyüz. Onun Milli Kurtuluşçuluk bayrağını, hayatımız da dahil, her şeyimizi ortaya koyarak biz dalgalandırıyoruz.
Ancak, sağda ve solda bazı mihraklar, Atatürkçülüğü bir ideoloji ve doktrin olarak sunma gayretleri içindedirler. Aslında çağdaşlaşma yolunda bir arayış olan, o yüzden de sağa, sola kayan 1923-1946 CHP hükümetlerinin ekonomi politikasının sistemleşmiş bir dünya görüşünün, doktrininin, ekonomi politikası olarak ileri sürenlere karşı, biz Kemalizm’i onların göstermek istedikleri anlamda anlamadığımızı açıkça belirtmiş ve de onların tanımladığı anlamda da Kemalist olmadığımızı, sosyalist olduğumuzu açıkça söylemişizdir. Çünkü sosyalizm sistemleşmiş bir dünya görüşü ve ideolojinin ifadesidir. Felsefi ve siyasi cephesinin yanında ekonomik cephesi de vardır.
Ve biz bu ideolojiyi benimsemişizdir.
Sosyalizm, Kemalizm’in öngördüğü anti-emperyalist ve anti-feodal tavır alışı, bizatihi içinde taşımaktadır. Bir başka deyişle anti-emperyalist, anti-feodal ve anti-kapitalist bir ideolojidir. Bu nedenle ülkemizde sosyalistler, gerçek anlamda Atatürkçü bir tutum içindedirler.
Bu yüzdendir ki, emperyalizmin işgali altında olan ülkemizde, sosyalist olmadığı halde, Kemalist tutum içinde olanlarla sosyalistler arasında bir zıtlık yoktur. Aksine, tam bir kader birliği vardır. Çünkü II. Milli Kurtuluş Savaşımız bu iki gücün ortak ittifakıyla zafere erişecektir.
Atatürkçülüğün bir doktrin ve ideoloji olmadığını, anti-emperyalist ve anti-feodal bir tutumu anlattığını sadece biz sosyalistler değil, yerli ve yabancı bütün sosyolog, siyaset bilimcisi ve araştırmacılar söylemektedirler. Şöyle ki: Unesco Türkiye Milli Komisyonu tarafından 1963’de yayınlanan ”Le Kemalisme” derlemesinde, Duverger, Atatürkçü siyasal ve sosyal sistemi tam bir kesinlikle belirtmeye imkan olmadığını söylemektedir.
Keza, bir anti-Marksist olan Prof. Dr. Aytekin Atay’ın 9 Eylül 1971 tarihli Milliyet gazetesinin ”Düşünenlerin Düşünceleri” sütununda yayınlanan Atatürk’ün Görüşleri başlıklı yazısında bu gerçek şu şekilde dile getirilmektedir: ”… Atatürkçülük ne sadece ulusal bağımsızlık teorisinden ve ne de devrim teorisinden ibarettir. Atatürkçülük, bunların her ikisini de içermektedir. Ancak, Atatürkçülüğün gerçekleştirmek istediği amaç tam bağımsızlıktır. Yani yalnız SİYASAL alanlarda bağımsızlık değil, fakat ekonomi, savunma, yargı, kültür, sanat ve benzeri alanlardaki bağımsızlıktır. Düşünce alanında ve teknolojik alanda çağdaşlaşmadan da tam bağımsızlığa kavuşmak ve bunu koruma olanağı yoktur. Çağdaşlaşabilmek için az-gelişmişlikten kurtuluş bir ön şarttır. Öte yandan çağdaşlaşma süreklidir. Bunun gerçekleşmesi olanağı ancak sürekli devrimle sağlanabilir.
Atatürk, düşüncelerini uygulamaya koyan bir eylem adamıydı. Atatürkçülük her dönemde çağdaşlaşmaya yönelen hamleye açık bir öğreti niteliğini taşımaktadır. Kısacası, Atatürkçülük, tam bağımsızlık ve çağdaşlaşma (istiklali tam ve muasırlaşma) öğretisidir.”(Altını biz çizdik)
Marksist olmayan bu bilimcilerden aktardığımız pasajlardan da anlaşılacağı gibi, Atatürkçülüğün sistemleşmiş bir ekonomi politikası ve ideolojisi yoktur. Onu yaşatan, özlemleştiren, ona ruh veren, milli kurtuluşçuluktur, emperyalizme karşı başkaldırmadır.
Bu temel ilkeyi bir tarafa itersek ortada Atatürkçülük diye bir şey kalmaz. Bugün görünüşte herkes Atatürkçüdür. Emperyalizme peşkeş çeken de Atatürkçülük iddiasındadır, feodal idelojileri el altından tezgahlayanlar da.
Bütün büyük ihtilalciler gibi, Atatürk’ün de en büyük talihsizliği budur. Bu gün, emperyalist boyunduruğun varlığını inkar ederek, emperyalizme karşı mücadele etmeyenlerin, Anadolu ihtilalini sürekli kılmayanların Atatürkçülükle uzaktan yakında hiçbir ilişkisi yoktur. Bu böyle biline!

MİLLİ KURTULUŞ
Kaynak: Mahir Çayan, THKP-C Savunma, 68’liler Vakfı Yayınları, İstanbul, Nisan 2016, syf. 141-158