Bu Blogda Ara

Çarşamba, Nisan 03, 2019

31 Mart: İlk değerlendirme - FATİH YAŞLI

Bundan birkaç ay öncesine kadar hemen herkesin son yıllardaki en heyecansız seçim olacağını düşündüğü seçimden iktidar partisi büyük bir hezimetle çıktı. Masada geri almaya çalıştıkları İstanbul, başkent Ankara, Ege kıyı şeridiyle birleşen Adana, Antalya, Mersin, kayyum atanan iller, Doğu Karadeniz’de Sinop, Artvin, Ardahan ve daha içlerde Bolu, Bilecik, Kırşehir kaybedildi.

MHP’yle ittifak yapılmadan girilen 27 ilin 9’unu ise MHP AKP’den aldı. Çarpıcı bir örnek: Sağcılığın taşradaki kalelerinden Bayburt’ta 24 Haziran’da yüzde 56.7 ile birinci olan AKP’nin oyları bu seçimde yüzde 35.7’ye düşerken, yüzde 27.5 olan MHP oyları yüzde 56.4’e çıktı ve MHP Bayburt’u aldı.
Yani AKP hem muhalefete ciddi oranda belediye kaptırdı hem de 24 Haziran seçimlerinde başlayan parti tabanının tepkisini MHP’ye oy vererek gösterme eğiliminin bu seçimlerde daha da derinleştiği görüldü.
Peki son yılların en heyecansız geçeceği varsayılan seçiminden nasıl oldu da böyle bir sonuç çıktı?
Birçok faktör var kuşkusuz ama öncelikle bu köşede defalarca dikkat çektiğimiz üzere ekonomik krize bakmamız gerekiyor. Türkiye ekonomisi şu an çok büyük bir krizin içerisinde ve bu seçim atmosferi üzerinde çok ciddi bir etki yarattı; toplum sandığa işsizliğin, yoksulluğun, enflasyonun gölgesinde gitti. Henüz başında olduğumuz kriz, AKP tabanından blok halinde kopuşlara sebep olmasa da, seçmen davranışı üzerinde ciddi ölçüde belirleyici oldu.
Bunun dışında iktidar partisinin seçimi gerilimsiz gidilecek bir yerel seçim olarak kurgulamak yerine rejime yönelik bir referanduma dönüştürmesi muhalif kesimler üzerinde ciddi bir motivasyon oluşturdu.
24 Haziran sonrası, özellikle CHP seçmeni sandıkta olan bitenler ve CHP’nin sandığı koruma konusundaki basiretsizliği yüzünden sandığa küsmüş, “bunlar seçimle gitmez” yönündeki kanaati büyük ölçüde benimsemişti. AKP seçime düşük gerilimle ve “bu bir yerel seçim” vurgusuyla gitse, bu toplamın sandığa gitmeme yönündeki eğilimi devam edebilirdi. Ancak gerilim yükseldikçe ve seçimler referandum veçhesine büründükçe işler değişti.
Benzer şekilde AKP, MHP tabanının blok halinde oyunu alabilmek ve krizin üstünü örterek kendi tabanından fireleri engellemek için seçim stratejisini beka üzerine kurmasa, gerilimi bu derece yükseltmese ve kendisine oy vermeyen herkesi terörist ilan etmese HDP tabanı da şimdi olduğu gibi blok halinde gidip CHP’ye oy vermeyebilirdi. Oysa tam tersi yapıldı ve bu da HDP’nin Batıda seçime girmeme stratejisinin başarılı olmasında büyük rol oynadı.
Velhasıl, ekonomik krizin üzerine yanlış bir stratejinin eklenmesi beraberinde böyle “tuhaf” bir sonuç getirdi. Tuhaf diyoruz, çünkü rantın, ihalenin, vakıflara aktarılan kaynağın ve sadaka devleti uygulamalarının merkezi olan belediyelerin büyük bir kısmının, hele hele büyük illerin belediyelerin muhalefet partisinin elinde olması gibi bir durum iktidar partisinin inşa ettiği rejimin fıtratına uymuyor, bir “doku uyuşmazlığı”na tekabül ediyor ve çok ciddi bir kırılganlık yaratıyor.
Peki rejim bu doku uyuşmazlığı karşısında ne yapacak? Daha büyük kayıplara uğrayacağını düşünerek sonuçları kabullenme ihtimali, hatta bir süreliğine “uzlaşı siyaseti”ni yürürlüğe sokma ihtimali var; ancak İstanbul’un ayak oyunlarıyla geri alınmasından tutun da, ödenek verilmeyen, çalıştırılmayan, kayyum atanan belediyeler yaratılıp, beka sorununu halk nezdinde gerçek kılacak birtakım sınır ötesi operasyonlar eşliğinde bir erken genel seçime gidilmesi gibi bir ihtimal de var. Neyi seçeceklerini kısa süre içinde göreceğiz.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Seçmen ne dedi? - Barış Doster

Türkiye bir seçimi daha geride bıraktı. Seçim sonrasında her parti kendisini başarılı saydığından, bir kez daha, İngilizlerin ünlü devlet adamı Benjamin Disraeli’nin şu sözünü anımsatmakta yarar var: “Yalanlar üçe ayrılır. Yalanlar, kuyruklu yalanlar, istatistikler”. O nedenle, siyasetçilerin gerçekleri eğip bükmesine fırsat vermeden, hakikatin peşine kendimiz düşelim. Seçimlerin muhasebesini ve siyasal tahlilini, soğukkanlı biçimde yapalım. 

Birincisi, seçime katılım oranının yüksekliği (yüzde 84; 2014 yerel seçimlerinde bu oran yüzde 89 idi) önemlidir. Birinci Meşrutiyet’ten bu yana Meclis ve seçim geleneği olan, son 17 yılda 15. kez sandığa giden seçmenlerin sandığa sahip çıkması, olumludur.

İkincisi, iktidar bloku ve muhalefet arasındaki yüzde 52 - yüzde 48 oy dağılımı bu seçimde de değişmemiştir. AKP’deki düşük oy kaybı, batıda, büyük şehirlerde muhalefete, iç bölgelerde ve küçük yerleşim birimlerinde ortağı MHP’ye yaramıştır. 

Üçüncüsü, iktidarın kutuplaştırıcı söylemine, seçimleri “beka meselesi” olarak görmesine karşın, hayat pahalılığı ve işsizlik, seçim sonuçlarında belirleyici olmuştur.
Dördüncüsü, AKP, elindeki pek çok belediyeyi kaybetse de, oyunu büyük ölçüde koruduğu için (yüzde 44); ortağı MHP, oyu azalsa ve Adana, Mersin gibi önemli birkaç ili kaybetse de, ortağının elindeki önemli bazı belediyeleri kazandığı için; CHP, hem oyunu artırdığı hem üç büyükşehir dahil önemli kentlerde başarılı olduğu için; İYİ Parti, belediye başkanlığı sayısında umduğunu bulamasa da, oy oranı açısından MHP’yi geçtiği için; HDP, oyu azalsa ve güçlü olduğu birkaç ili kaybetse de, en büyük hedefi olan “kayyım atanan belediye yönetimlerini geri almak” hedefini önemli ölçüde tutturduğu için, kendilerini başarılı saymaktadırlar.

İmamoğlu ve Maçoğlu
Beşincisi, seçimin en çok parlayan ismi CHP’nin İstanbul anakent adayı Ekrem İmamoğlu’dur. Her ne kadar daha şimdiden kimileri İmamoğlu için gelecekte CHP genel başkanlığı, Cumhurbaşkanı adaylığı gibi başka makamlar dillendirse de, seçim süreci, özellikle de seçim gecesi boyunca aldığı tutum, İmamoğlu’nun dikkatli, özenli, temkinli bir siyasetçi olduğunu göstermiştir. Bu açıdan da başarılıdır. 

Altıncısı, seçimlerin bir diğer kazanan ismi, Tunceli’de, hem CHP’ye hem HDP’ye karşı yarışan, PKK terör örgütünce tehdit edilen TKP adayı Fatih Mehmet Maçoğlu’dur. Başarısı, toplumcu, halkçı, kamucu belediyeciliğin; kooperatifçiliğin; dürüst, saydam, hesap verebilir yönetimin başarısıdır. Sonuç, sandığa bırakılmış bir kırmızı karanfildir.
Yedincisi; DSP’nin hiçbir iddiası kalmamıştır. Birkaç seçim çevresinde CHP’li adayların kaybetmesine neden olmuştur, o kadar. Siyasi deneyimi de, parti değiştirme tecrübesi de hayli yüksek olan DSP adaylarına (Şişli’de Mustafa Sarıgül, Gaziantep’te Celal Doğan, Kars’ta Naif Alibeyoğlu gibi) seçmen ders vermiştir. 

Kıssadan Hisse: Seçimler, savaş değil yarıştır; partiler düşman değil, rakiptir. Seçimlerde Türkiye’nin cumhuriyetçi birikimi, demokratik deneyimi kazanmıştır.

Barış Doster / CUMHURİYET

Yerel seçim sonuçları üzerine - OĞUZ OYAN

Geçen hafta 1989 ve 2009 yerel seçim sonuçlarıyla olası 2019 sonuçlarını karşılaştırırken, anamuhalefet açısından 2019'un 1989 ile 2009 sonuçları arasında bir yerde duracağını yazmıştık. Bu öngörümüz esas olarak gerçekleşti ama şimdi daha yakından bakma zamanı.


2019 seçimlerinde CHP'nin oyu yüzde 30 civarında oluşarak 1989'daki SHP oylarını yakalamış durumda. Bunun arkasındaki neden, her iki seçimde de Kürt kökenli seçmenlerin anamuhalefet partisine (veya içinde yer aldığı İttifak'a) yönelmiş olmasıdır. 1989'un farkı, Doğu/Güneydoğu illerinde de -bir bölge partisinin yokluğunda- benzer bir yönelişin olmasıydı. Neticede 1989'da 67 il belediyesinin 39'unu yani toplamın yüzde 58'ini SHP kazanmıştı. 2019'da CHP'nin kazandığı belediye sayısı, 10'u büyükşehir olmak üzere 21'dir veya toplamın (21/81=) yüzde 26'sıdır.  (Aslında bu illere, CHP'li Mehmet Siyam Kesimoğlu'nun, CHP yönetimine adeta ders vererek bağımsız olarak kazandığı Kırklareli de eklenebilir). AKP'nin bu seçimlerde Cumhur ittifakı içinde kazanabildiği il sayısı ise 39'dur yani toplamın (39/81=) yüzde 48'dir.

Bununla birlikte farklı siyasi konjonktürlerde yer alan 2019'u 1989'la niceliksel bir karşılaştırma içine sokamayız. Buna iki neden daha eklenebilir: Birincisi, İstanbul ve Ankara'nın iktidar partisinden alınmış olması bakımından 2019 seçim sonuçları 1989'la niteliksel bakımdan karşılaştırılabilir önemdedir. Üstelik, bu iki ilin 1994-2019 döneminde yani çeyrek yüzyıldır AKP zihniyeti elinde olduğunu hesaba katarsak, daha bile önemli sayılabilir. İkincisi, 17 yıldır merkezi iktidarı da elinde tutan ve girdiği yolda yeni meşruiyet desteklerine ihtiyacı olan bir siyaset açısından, ivmeyi tersine döndüren bir başlangıç da olabilir. Ekonomik ve siyasi merkezleri elinde tutamayan bir iktidar otokratik yapısını korumakta zorlanacağı gibi teokratik rejim inşasını da sürdüremez.

2019'u 2009 yerel seçimleriyle karşılaştırırken ise iki boyutta ele almak gerekir. Birincisi, CHP'ce 2019'da kazanılan 21 il, üstelik bunlara İstanbul ve Ankara eklenince, 2009'da kazanılan 13 il düzeyini çok aşmıştır. İkinci boyut, AKP'nin 2019'da yüzde 44,5 oy oranıyla 2009'da gerilediği düzeyin (yüzde 38,8) oldukça üzerinde tutunabilmesi, üstelik MHP'yle birlikte yüzde 51'i aşan bir oranı koruyabilmesidir. Kuşkusuz AKP ve MHP cenahı bunun altını şimdiden çizmeye özen göstermektedir. Bu, hem bir kaybeden tesellisidir, hem kitlesini ayakta tutmanın bir aracıdır, ama hem de dayanacağı bir meşruiyet zemininin -iddiası zayıflasa da- sürdüğünü kanıtlama ihtiyacıdır.

AKP 2019'daki kriz konjonktüründe tahminlerin üzerinde oy almış, hatta 2018 seçimlerine göre dahi oy oranını arttırmıştır. Bununla birlikte RTE/AKP bu yerel seçimleri kaybetmiştir, zira iddiasının çok gerisinde kalmıştır. Çünkü AKP/RTE'ye tepki bu defa büyükkentlerde ve cumhuriyetçi geleneği olan kentlerde daha belirgin olmuştur. AKP ülke düzeyinde oylarını genelde korurken, bu oyların dağılımında çalışan ince seçmen ayarları aleyhine sonuçlar vermiştir. Bunu, yerel seçimlerin cilvelerinden saymak da mümkündür.

***

Cumhur İttifakı bu seçimlerin kaybedeni olmakla birlikte, MHP seçimlerden kazançlı çıkmış, AKP'nin tersine oylarını koruyamadığı halde elindeki belediye sayısını 8'den 12'ye yükseltebilmiştir.

İYİ Parti ise, hem oy oranı hem de kazandığı belediye sayısı bakımından bu seçimlerin kaybeden partisidir. Hiçbir il merkezini alamadığı gibi, ilçelerdeki başarısı da sınırlıdır. Bununla birlikte, CHP'nin bazı illeri almasının HDP ile birlikte belirleyicisi olmuştur. Balıkesir ve Uşak gibi illerin CHP'li bir adayla daha kolay kazanılabileceği de ortaya çıkmıştır. Her durumda, bu seçimlerin İYİ Parti'yi karıştıracağı ve önümüzdeki 4-5 yıl içinde varlığını korumakta zorlanacağı varsayılabilir.

HDP de aslında bu seçimlerin kaybedenidir. Batı illerinde Millet İttifakını destekleyerek oy kaybını göze aldığı biliniyordu. Ancak çekildiği "bölge partisi" konumunu dahi AKP'ye karşı korumakta zorlanmış ve iddialı olduğu illerde başarılı olamamıştır. Tunceli'de merkez ilçeyi yitirmesi bir yana, hiçbir ilçeyi alamamıştır. Bu arada Muş ve Şırnak gibi güçlü olduğu illeri de yitirmiştir. İlginç olan şey, AKP'nin HDP'yi ötekileştiren konuşmalarının ilk bakışta Batı'dan çok Doğu'da sonuç vermiş gözükmesidir. Gerçi bu tam doğru değildir; Balıkesir, Denizli, Uşak, Zonguldak ve Giresun gibi illerden İzmir gibi bir ilin kırsal yaşamı yoğun çevre ilçelerine kadar AKP'nin kutuplaştırıcı konuşmalarının sonuçlarda etkili olmadığı söylenemez. Her durumda, HDP'nin bu seçimlerden sonra bir siyasi muhasebeye yönelmesi beklenebilir.

Bu seçimlerin parti olarak bir diğer kazananı TKP olmuştur. TKP, Türkiye'nin bütün illerinde ve bazı önemli ilçelerinde (toplamda 160 yerde) seçimlere katılarak kendi nicel gücünü aşarak sınayan bir kampanya ve örgütlenme içine girebilmiştir. Daha önemlisi, Dersim Demokratik Halk Dayanışması'nın ortak adayı Fatih Mehmet Maçoğlu'nun TKP adayı olarak Tunceli'yi kazanmış olmasıdır. Bu, çok önemli bir tarihsel ve simgesel başarıdır. Türkiye siyaset yaşamına komünist bir siyasal seçeneğin girmiş olması, kuşkusuz Ovacık örneğinden çok daha anlamlı olacaktır.

***

İstanbul seçimlerini tartışılır kılmaya yönelik AKP atraksiyonlarını çok fazla ciddiye almamak gereğini belirtmeden bitirmeyelim. Bir kere, YSK'nın seçimin geçici sonuçlarını açıklayarak Ekrem İmamoğlu'nun seçildiğini işaret etmesi, tersine kolay çevrilebilir değildir. YSK Başkanının dünkü açıklamasında, iktidarın özel ajansı gibi davranarak suçüstü yakalanmış olan Anadolu Ajansı ile arasına mesafe koymaya özel çaba sarfetmesi de anlamsız değildir. İkincisi, AKP'nin itirazının gerekçesi yapmaya çalıştığı geçersiz oylar meselesi, her seçimin bir sorunudur ve 2019 seçimlerindeki geçersiz oy sayısı önceki seçimlerden daha fazla değildir. Kaldı ki, bu oylara ilişkin itirazlar zaten sandık başkanlıklarına yapılmış ve sonuca bağlanmış olduğu için, buradan oy devşirmek pek mümkün değildir. Üstelik, bazı oyların geçerli sayılması halinde, bunların hepsinin iktidar hesabına yazılması da imkansızdır. Üçüncüsü, CHP ilk kez ıslak imzalı sandık seçim tutanaklarını hiç olmazsa İstanbul için eksiksiz toplamış durumdadır. Dolayısıyla elinde ciddi bir koz bulundurmaktadır ve hem iktidar hem de YSK'nın bunun farkında olmadığı düşünülemez.

Peki AKP neden bu yaygarayı yapıyor? Çünkü, hezimetin kendi tabanınca sindirilmesi ve bu arada "birşeyler yapılıyor" görüntüsü vermeye ihtiyacı var. Ankara'yı dahi "itiraz"a dahil etmesi, İstanbul'da itiraz gerekçesini güçlendirmek içindir. Ayrıca, zaman kazanmaya çalışmasının bir nedeninin de, kaybettikleri belediyelerin malvarlıklarının kazandıkları ilçe belediyelerine aktarılması operasyonuyla ilişkili olabileceğini görmek gerekiyor. Nitekim bu usulsüz işlemlerin Ankara'da kokuları çıkmaya başladı bile. Başka kirli hesapların kapatılmak istenebileceğini de dikkate almak gerekir.

Sonsöz anamuhalefet partisine. Bu seçimlerde çeşitli uygun koşullar biraraya geldi ve CHP'nin oyu yüzde 30 eşiğini aşmış göründü. Ancak emanet oylara bakıp ileriye dönük hesap yapılamaz. Seçim akşamı CHP Başkanının seçim yorumu yapmak yerine 1 Nisan'dan sonra ekonomik krize karşı çözüm üretmeye dikkat çekmesi, iktidar ile sanki bir kader birliği içindeymiş gibi konuşması, CHP yönetiminin geleceğe yönelik mücadele planlarının sermayenin gölgesinden çıkamayacağını bir kez daha göstermiştir. Bu, CHP gibi düzen içi bir parti açısından dahi umut kesicidir. CHP tabanı gecikmeden bunun farkına varmak zorundadır.

Oğuz Oyan / SOL

Aşı Karşıtı Kampanyaların Tarihçesi - Evrim Ağacı

Tarihteki Aşı Karşıtı Hareketler

Tıp ve eczacılık uzmanları aşıyı 20. Yüzyıl’da toplum sağlığı için en önemli  10 başarıdan biri olarak tanımlıyor. Yine de aşıya karşı muhalefet de, en az aşı kadar uzun bir geçmişe sahip. Aşı karşıtı eleştriler 19. yüzyılın 2. yarısında İngiltere ve Birleşik Devletler'de ortaya çıkan çiçek aşısı karşıtı gruplar gibi pek çok farklı şekillerde varolmuştur. Bu grupların sonucu olarak difteri, tetanoz, boğmaca, kızamık, kabakulak ve kızamıkçık gibi daha yeni aşıların kullanımı ve güvenilirliği hakkında ve timerosal adlı koruyucu maddenin kullanımı hakkında pek çok tartışma yaşanmıştır.
 Çiçek Salgını ve Britanya'daki Aşı Karşıtı Birlikler
Çiçek aşısı ilk olarak 19. yüzyılın başlarında Edward Jenner’ın sığır çiçeği virüsü deneyleri sonucunda bulundu. Jenner deneyleri sayesinde bir çocuğun koluna sığır çiçeği kabarcığındaki lenf ekleyerek onun sığır virüsünden korunabileceğini ispatladı. Jenner'ın fikirleri o devir için yeniydi ancak inanılmaz bir halk eleştrisine maruz kaldı. Bu eleştriler sıhhi, dini, bilimsel ve politik sebeplere dayanıyordu.
Bazı evebeynler için çiçek aşısının kendisi zaten korkunç bir protesto sebebiydi. Bir çocuğun kolunun çizilmesini ve önceden bağışıklık kazanmış bünyedeki bir kabarcıktan alınan lenfin eklenmesini içeriyordu. Yerel rahiplerin de dahil olduğu bazı eleştirmenlere göre aşı dine aykırıydı çünkü hayvandan geliyordu. Diğer aşı karşıtlarının hoşnutsuzluğu ise tıp bilimine olan genel güvensizliklerinden kaynaklanıyordu ve Jenner'in fikriyle salgının artacağını düşünüyorlardı. Aşıyla ilgili en etkili şüphe ise bazı şüphecilerin çiçek hastalığının atmosferdeki çürüyen bir maddeden kaynaklandığı iddiasıydı.
Sonunda pek çok kişi aşıya itiraz etti çünkü hükümetin zorunlu aşı politikaları yüzünden insanlar bunun kişisel özgürlüklerini ihlal ettiğini düşünüyordu.

ABD'de, 1853 aşı yasasıyla 3 aylık bebekler için aşı zorunlu hale getirildi ve 1867 aşı yasası aşıyı rededenler için ceza ekleyerek yaş kuralını 14 e genişletti. Yasalar; çocuklarının ve kendilerinin vücutlarının kontrol hakkını kendinde gören vatandaşlar tarafından büyük bir dirençle karşılandı. Zorunlu aşı yasalarına tepki olarak Anti-Aşı Birliği ve Anti-zorunlu aşı birlikleri kuruldu ve sayısız aşı karşıtı dergi ortaya çıktı.

Yakın tarihte yapılan "aşı karşıtı" gösterilerden birinde "Çocuklarımızı zehirlemeyi bırakın!" yazan bir pankart.



Leicester kenti aşı karşıtı etkinliklerin yuvası oldu ve yüzlerce aşı karşıtı toplantıya ev sahipliği yaptı. Yerel bir gazetenin anlatışıyla toplantı şöyle oldu: "Genç bir anne ve iki adam bir afiş taşıyarak eskort oluşturdular. Hepsi de hapise girmeyi çocuklarının aşı olmasına tercih etmişlerdi. İnanılmaz bir kalabalık bu üçüne katıldı. Daha sonra 3 içten alkış artarak ve binlere ulaşarak polis hücrelerine sesleri duyurdukları için üçüde salındı." Mart 1885 Leicester gösterisi tarihteki en büyük aşı karşıtı gösterilerden biriydi. Ellerinde pankartlar, bir çocuğun tabutu ve Jenner'in büstü olan 80.000-100.000 civarındaki insan, aşı karşıtı çok büyük bir yürüyüş yaptı.
Bu gelişmeler ve genel aşı muhalefeti, hükümeti, aşıyı araştıracak bir komisyon kurmaya itti. 1896'da komisyon aşının çiçek hastalığından koruduğuna karar verdi ama aşı olmak istemeyenlere verilen cezanın kaldırılmasını önerdi. 1898 aşı yasasıyla aşının faydalı olacağına inanmayan evebeynlerin bir muhafiyet belgesi almasına engel olan "vicdani red yasağı" da dahil olmak üzere bütün cezalar kaldırıldı.
 ABD'deki Çiçek Salgını ve Aşı Karşıtı Birlikler
19. Yüzyıla doğru çiçek hastalığı, aşı kampanyaları ve aşı karşıtı aktivitelerle beraber Birleşik Devletler'de ortaya çıktı. Amerika Anti-Aşı Derneği, 1879 yılında William Tebb isminde İngiliz bir aşı karşıtının Amerika'ya gelmesiyle kuruldu. Bunu New England aşı karşıtı birliği (1882) ve New York anti-aşı birliği izledi (1885). Amerikan aşı karşıtları California, Wisconsin ve Illinois dahil pek çok eyalette aşıya karşı davalar açtılar. 1902 yılında çiçek salgını ortaya çıkınca Cambridge şehri sağlık kurulu tüm şehir sakinlerinin çiçek aşısı olmasını zorunlu kıldı. Şehir sakini Hening Jacobson kendi vücut bakımı için en iyisini kendi bildiği gerekçesiyle aşıyı redetti. Buna karşılık devlet kendisine karşı dava açtı. Yerel mahkemedeki davayı kaybettikten sonra Jacobson davayı Birleşik Devletler yüksek mahkemesine taşıdı. 1905 yılında "Devlet, halkın iyiliği için bulaşıcı bir hastalık durumunda zorunlu yasa çıkarabilir." hükmü veren mahkemeyle Jacobson davayı kaybetti. Bu halkın sağlığı hukukunda Birleşik Devletler yüksek mahkemesinde devletin gücünü gösteren ilk olaydı.


Çiçek hastalığına sahip bir çocuk



Difteri, Tetanoz ve Boğmaca Aşıları Tartışmaları
Aşı karşıtlığı ve aşı tartışmaları yalnızca uzak geçmişte varolmadı. 70'li yılların ortalarında difteri aşısının güvenilirliğiyle ilgili Avrupa, Asya, Avustralya ve Kuzey Amerika'da uluslarası bir tartışma ortaya çıktı. Birleşik Krallık'ta bu tartışmanın sonucu olarak Great Ormond Street hastahanesinden gelen raporda 36 çocuğun difteri aşısı sonrası nörolojik eziyet çektiği iddia edildi. Televizyon belgeselleri ve gazete raporları halkın ilgisini aşı tartışmasına çekti. Aşı Hasarlı Çocuk Evebeynleri Derneği (A.H.Ç.E.D.) adında bir savunma grubu, halkın ilgisini difteri hastalığının risklerine çekerek aşı muhalefetini kırdı.

Difteriye neden olan Corynebacterium türü...



Aşı oranındaki düşüşler ve 3 büyük boğmaca salgınından sonra, Aşı ve Bağışıklık Ortak Komitesi (A.B.O.K.), İlgiltere'deki Bağımsız ve Uzman bir Aşı Komitesi, aşının güvenilirliğini onayladı. Her şeye rağmen tıp mesleği içindeki farklı görüşler nedeniyle toplumun kafa karışıklığı devam etti. Örneğin İlgiltere'de 70'li yılların sonlarında tıp insanları arasında yapılan anketler bu insanların aşıyı bütün hastalarına önermekte isteksiz olduklarını gösterdi. Ayrıca samimi bir hekim ve aşı karşıtı olan Gordon Stewart, difteride nörolojik bozuklukların ve rahatsızlıkların rapor edildiği olayları içeren bir kitap serisi yayınlayarak tartışmayı alevlendirdi. Cevap olarak A.B.O.K. ulusal çocuk ensefalopati çalışmasını (U.Ç.E.Ç.) başlattı. Araştırma İngiltere'de 2 ile 36 ay arasında olup nörolojik problemlerden hastahanelik olan hiçbir çocuğun durumlarının aşıyla ilgili olmadığını ortaya çıkardı. Araştırma sonuçları riskin çok az olduğunu gösterdi ve bu veriler ulusal aşı yanlılığı kampanyasına destek verdi. A.H.Ç.E.D. üyeleri tanıma ve tazminat amacıyla mahkemede tartışmaya devam ettiler ama zarar ve difteri arasındaki bağlantıya ilişkin kanıt eksikliği nedeniyle her iki talepleri de rededildi.
Birleşik Devletler'deki tartışma ise medyanın difterinin risklerine ilgi çekmesiyle başladı. 1982 yılındaki bir belgeselde (DTP: Vaccination roulette) aşının yan etkilerine ilgi çekildi ve yararları minimize edildi. Benzer bir şekilde 1991'de bir kitap (A Shot in The Dark) potansiyel riski özetledi. Tıpkı İngiltere'deki gibi öfkeli evebeynler kurban savunma grupları oluşturuldu ancak Pediatri Akademisi ve Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri gibi tıbbi organizasyonların karşı hareketi İngiltere'dekinden daha güçlüydü. Medya fırtınası birkaç davayı aşı üreticilerine karşı kışkırtıp aşı fiyatlarını yükseltmesine ve bazı şirketlerin aşı üretimini durdurmasına sebep olmasına rağmen tartışma; aşı oranını İlgiltere'dekinden daha az etkiledi.
Kızamık, Kabakulak ve Kızamıkçık Aşısı Tartışmaları
Difteri tartışmalarından yaklaşık 25 yıl sonra İngiltere bu seferde Kızamıkçık aşısı tartışmalarıyla çalkalanmaya başladı.

1998 yılında Britanyalı bir doktor olan Andrew Wakefield, bağırsak hastalıkları, otizm ve Kızamıkçık hakkında bağlantılı ve karma tek bir aşı üretilebileceğini öne sürdü. Birkaç yıl sonra Wakefield aşının kullanıma sunulmadan önce hala yeteri kadar test edilmediğini kabul etti. Medya bu hikayeleri duydu sonra halkın aşının güvenilirliğine olan korkusunu ve kararsızlığını ateşledi. Başlangıçta Wakefield'ın çalışmalarıyla ilgili yayın yapan The Lancet gazetesi 2004 yılında yayınlamaması gerektiği halde aşının gelişim sürecini yayınladı. Doktorlar için İngiltere'deki bağımsız bir düzenleyici olan Merkezi Tıp Konseyi (M.T.K.) Wakefield’ın "Ağır bir çıkar çatışması" içinde olduğunu tespit etti. Hukuk kurulundan aşının çocuklarına zarar vereceğine inanan evebeynlerin yeterli kanıta sahip olup olmadığını bulması için para aldı. 2010 yılında İngiliz Genel Tıp Konseyi çeşitli alanlarda Wakefield aleyhine kararlar verdikten sonra Lancet Wakefield’ın çalışmalarını yayınlamayı bıraktı. Wakefield tıbbi kayıtlardan vuruldu ve bir daha İngiltere'de tıp araştırmaları yapamadı. 2011 Ocak ayında BMJ, gazeteci Brian Deer'ın Wakefield'ın bilimsel bir üçkağıt düzenlemeye teşebbüs ettiğini, verileri yanıltarak deneyinden birkaç farklı yolla çıkar elde etmeyi hedeflediğine dair kanıtları içeren bir dizisini yayınladı.


Kızamık olan bir çocuk



Aşının güvenilirliğini test etmek için çok sayıda araştırma yapılmıştır, ama hiçbiri kızamıkçık ile otizm hastalıklarının bağlantılı olduğuyla ilgili bir sonuç bulamamıştır.
Yeşil Aşılarımız
Timerosal,aşılarda koruyucu madde olarak kullanılan civa içeren bir birleşik, aynı zamanda aşılama ve otizm tartışmalarının merkezidir. Aşılardaki az miktarlardaki timerosalın bir zararı olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen 1999 temmuzunda Birleşik Devletler toplum sağlığı ve Tıbbi organizasyonlar ve aşı üreticilerinin aşılardaki timerosal miktarının ihtiyadi tedbir olarak azaltılması konusunda anlaştılar. 2001'de Tıbbi Bağışıklama Güvenlik Hizmetleri Enstitüsü bir rapor çıkartarak timerosalın çocukluk aşılarında otizme sebebiyet verdiğini kanıtlayacak yeteri kadar delil olmadığı sonucuna, deneklerde dikkat ve aşırı duyarlılık bozukluğu gözlemlenmediğine, konuşma ve dil bozuklukları yaratmadığı sonucuna vardılar. Daha güncel bir raporla komite "Timerosal içeren aşı ile otizm arasında nedensel bir ilişki olduğunun reddinden yana" bir karar açıkladı. Bu bulgulara rağmen, bazı araştırmacılar timerosal ve otizm arasında bir bağlantı olabileceği ihtimali üzerine araştırma yapmaya devam ediyorlar.


Bebeklerde aşılama örneği



Bilimsel kanıtlara rağmen timerosalla ilgili haberler halka ulaştı. Aşılardaki zehirlerin arınırılmasını isteyen ve bu madelerin otizme yol açacağını düşünen insanlar tarafından oluşturulan bir hareket olan "Yeşil Aşılarımız" kampanyasının başlamasına sebep oldu. Ünlü Jenny McCarthy'nin savunma grubu "Generation Rescue" ve Otizmi Tedaviyi Konuşma Organizasyonu (O.T.K.O.)bu hareketin başarılarından bazılarıdır.                           
Sonuç Olarak
Zaman değişti, duygular ve derin köklenmiş inançlar -ister politik, ister felsefi, ister ruhani olsun- değişti, ama aşı muhalefetine sebep olan gerçek Edward Jenner aşıyı icat ettiğinden beri aynı kaldı.
Evrim Ağacı 
Kaynak: Bu yazı History of Vaccines sitesinden çevrilmiştir.

Hüseyin Aygün: Dersim eşitlik ve aydınlanma adası olduğunu yeniden kanıtladı - SOL

Dersimli hukukçu ve CHP'nin eski milletvekili Hüseyin Aygün, Fatih Mehmet Maçoğlu'nun Dersim belediye başkanlığına seçilmesini 'Bu eski ve yorgun kent, Türkiye tarihinde ilk kez bir komünisti kendisine belediye başkanı seçti. Koyu karanlığa itilmiş bir ülkenin, biricik eşitlik ve aydınlanma adası olduğunu yeniden kanıtladı' dedi.

Dersimli hukukçu ve CHP'nin eski milletvekillerinden Hüseyin Aygün, BirGün gazetesindeki köşesinde TKP adayı Maçoğlu'nun Dersim zaferini yazdı. 
Aygün, yazısında "Maçoğlu, Ovacık’ta kurduğu küçük tarım kooperatifiyle ilk kez adını duyurduğunda, kendi dünyasında eşitlik, kardeşlik ve dayanışma hayali görüyordu. Simon, Fourier ve Owen’den iki yüzyıl sonra onlarla aynı tutkulu hayali gören Fatih Maçoğlu, şimdi bunu tüm Türkiye’ye yaymayı amaçlıyor" dedi. 

Aygün'ün "Komünizm adası: Dersim" başlıklı yazısı şöyle: 
Hayaller, başlangıçtır. Her eylemin evvelinde hayal vardır. Hayal edebiyatta, sinemada, siyasette olmazsa olmazdır. Aşkta mı, hayal her şeydir. Bu karanlık ülkede yıllar önce solcu bir parti, kendisine aşkın ve devrimin partisi demişti.
Hayallerin mekânı farklı farklıdır. O gece derin bir uykuda veya bir öğleden sonrası kestirmesinde ruhunuzu ele geçirebilir. Daha büyük hayaller ise insanın bireysel dünyasını aşar. Bu mekân, bazen bir keşiş mekanı, bazen bir ulu dağ mağarası, bazen de unutulmuş tozlu bir tapınaktır. Ortadoğu’da çöldür, Avrupa’da adadır.

İlk sosyalistler hayalciydiler. Daha ortada ne kapitalizm, ne de makineler vardı. Eşit ve adil toplumun kurucuları henüz ortaya çıkmamıştı. Ama Saint Simon’un, Charles Fourier’in ve Robert Owen’in beklemeye ne mecali, ne de niyeti vardı. Bireycilik, amansız rekabet ve her türlü kötülüğün kaynağı özel mülkiyete karşı tepki dolu olan bu yazarlar, israfçı, adaletsiz ve plansız olan kapitalizme karşı eylemlerini hayata geçirmeye de çalıştılar.

Simon, iyiliksever bir fabrika düzeni kurarak sınıf kavgasına son verileceği hayalini kurdu. Fourier’e göre, insan tutkulu bir varlıktı ama kapitalizm tutkuları öldürüyordu. Kapitalizmin savurganlık, rekabetçilik, bunalım ve diğer hastalıkları ancak büyüklüğü beş bin hektarlık toprak parçaları üzerinde kurulacak falansterlerde insanlar bin 600 kişilik gruplar halinde yatıp kalkarak çalışma ve yaşamalarıyla engellenebilirdi. Salonlar, yemek evleri ve mutfaklar ortaktır. Falanster’lerde herkese tutukusuna göre iş verilecek, böylece çalışma zevkli ve gönüllü olacaktır.

Sosyalizmin İngiltere’deki temsilcisi Owen ise, işçilerin ve çalışanların yoksulluğundan derin bir üzüntü duymuş, yaşamını onların çalışma koşullarının düzeltilmesine adamıştır. Owen, büyük bir toplum reformcusu ve kooperatifçiliğin de ilk öncülerindendir. Köy ve fabrikayı, çalışanların insani şartlarını iyileştirmek için planlamış, fabrikaların yanında okul ve kreşler kurulmasını savunmuştur. Onun toplumsal örgütlenme modeli New Lanark adını almıştır. Ona göre, toplumsal kötülüğün kökeninde yarışma vardır ve buna karşı dayanışma sağlanmalıdır.

Thomas More’nun ütopyası bir adada geçer, ada ütopyanın bizatihi kendisidir. More da, eşitlik ve adalet hayallerine ruhunu kaptıranlardandır. Ütopya’da bütün mallar, mülkler ortaktır, altın ve gümüş değersizdir. Bir kişinin elde edibileceği toprak ve para sınırlandırılır. Özel mülk düşüncesini kökünden kurutmak için, her on yılda bir ev değiştirilir ve herkesin oturacağı ev kura ile belirlenir. Ütopya’da yasalar azdır, yirmi dört saatin yalnızca altı saati çalışmaya ayrılmıştır, üç saat öğleden önce yemeğe kadar, üç saat de iki saatlik dinlenmeden sonra akşam yemeğine kadar. Ütopya’da hayvan kestirilmez, acıma duygusunu yok eder, diye. Kadınlar on sekiz, erkekler yirmi iki yaşından evvel evlenemezler.

Dersim Anadolu’nun ortasında, dört dağın içinde, sıkıştırılmış, yapayalnız bir yerdir. Etrafında deniz yoktur, bu yüzden ada sayılamaz, ama içinden binlerce senedir iki sessiz nehir birden geçmektedir. Burada komünizm hayali hep vardı. Geçen yüzyılın ortalarında köylere tapu için takım elbiseli memurlar ilk defa geldiğinde, köylüler toprağın tapulanmasını anlayamamış, tuhaf karşılamışlardı. Köy, su ve toprak Hakk’a aitti, onu tapulamak da neydi. Henüz bir öğrenci olan İbrahim Kaypakkaya geldiğinde ise köylüler onu bağrına sevinçle basmışlardı.
Ve bu eski ve yorgun kent, iki gün evvel yine bir tuhaflıka imza attı ve Türkiye tarihinde ilk kez bir komünisti, kendisine belediye başkanı olarak seçti. Koyu karanlığa itilmiş bir ülkenin biricik eşitlik ve aydınlanma adası olduğunu yeniden kanıtladı. Fatih Mehmet Maçoğlu, Ovacık’ta kurduğu küçük tarım kooperatifiyle ilk kez adını duyurduğunda, kendi dünyasında eşitlik, kardeşlik ve dayanışma hayali görüyordu. Simon, Fourier ve Owen’den iki yüzyıl sonra onlarla aynı tutkulu hayali gören Fatih Maçoğlu, şimdi bunu tüm Türkiye’ye yaymayı amaçlıyor.   

SOL


Pazartesi, Nisan 01, 2019

1950-1971 dönemi / 12 Mart ve değişen sınıf ilişkileri – Mahir Çayan

Kısaca dersek, küçük-burjuva milli ekonomisi, emperyalist istismara cevap verecek şekilde değişikliğe uğramış, emperyalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu oligarşinin gayri milli ekonomisine dönüşmüştür. Küçük-burjuva diktatörlüğü yerini oligarşik diktaya terketmiş, küçük burjuvazinin milli ideolojisi ve politikası, oligarşinin gayri milli ideolojisi ve politikasına yerini bırakmıştır. 
Emperyalist tekellerle baştan bütünleşmiş olarak doğan yerli tekelci-burjuvazinin gerçek anlamda gelişip yaygınlaşması bu devrede olmuştur. Özellikle 1960’dan sonra, emperyalist üretim ilişkilerinin derinlemesine yayılmasına paralel olarak, yerli tekelci-burjuvazi de oligarşi içinde emperyalizmin temel dayanağı olmuştur. 
Ancak, bu dönemde herşeye rağmen, oligarşi ile küçük-burjuvazi arasında bir nispi denge ülkede süregelmiştir. Yani oligarşi devlete bu dönemde tam anlamı ile hakim değildir. Bu yüzden belli ölçülerde özellikle bürokrasi ve ordu içindeki devrimci-milliyetçiler etkinliklerini bu dönemde devam ettirebilmişlerdir. Fakat özellikle 1963’den sonra, yerli ve yabancı sermayenin ülkemizde giderek merkezileşip, yoğunlaşması ve meta üretiminin ta köylere kadar girmesi ile oligarşi kademe kademe gücünü artırmış ve nihayet 1971’de küçük-burjuvazinin sağ ve orta kanadını da kendi saflarına çekerek, ordu ve bürokrasi içindeki Kemalistlerin gücüne büyük bir darbe indirmiştir. 

12 MART VE DEĞİŞEN SINIFLAR İLİŞKİSİ
12 Mart darbesi ile birlikte, ülkedeki sınıflar kombinezonunda tam bir değişiklik olmuştur. Ülkedeki devrimci-milliyetçilerle oligarşi arasındaki nispi denge bozulmuş, devletin bütün kurumlarına oligarşi tam anlamı ile hakim olmuştur. 
Kökenini Osmanlı devletinden ve yirmibeş yıllık Cumhuriyet dönemi küçük-burjuva yönetiminden alan Türk ordusunun küçük-burjuva devrimci geleneği artık son bulmuş, ordu doğrudan emperyalizmin ve oligarşinin sömürgeci politikasının aleti olmuştur. (Bu, Türk Ordusunda devrimci-milliyetçilerin hiç kalmadığı anlamında yorumlanmamalıdır. Sosyal olayların sonucu birden ortaya çıkmaz. Ordu ve bürokrasi içinde devrimci-milliyetçiler bir süre daha barınacaklardır. Ancak artık eski güçlerini kaybetmişlerdir. Ve giderek de hızla tasfiye olacaklardır). 
Ülkemizde 12 Mart askeri darbesinin olması bir tesadüf değildir. Bu genel olarak, emperyalizmin III. bunalım döneminin, özel olarak Amerikan ekonomisinin 1967’den beri içine girdiği korkunç krizin, Yankee işgali altındaki ülkemize yansımasının bir sonucudur. Ülkemizdeki rejimin militarize olması ve de saldırganlığını artırması, Amerikan emperyalizminin ekonomisini askerileştirmesini olağanüstü artırıp, içerde ve dışarda terörünü artırmasının “Küçük Amerika”ya yansımasıdır. 
Amerikan emperyalizminin krizinin had safhaya ulaşması, ülkemizdeki tekellerin aç gözlü sömürüsünün artması emperyalist üretim ilişkilerinin iyice kökleşmesini oluşturdu. Bu ise, ülkemizdeki sosyal, iktisadi ve siyasi krizi iyice derinleştirdi. Paramız devalüe edildi. Fiyatlar görülmedik bir seviyeye yükseldi. Emekçi halkın yoksulluğu, sefaleti had safhaya ulaştı. 
Amerika, Türkiye’deki Süleyman Demirel hükümetine iki tavsiyede bulundu. Ülkede kendi sömürüsünü artıracak bir dizi “rasyonalizasyon” tedbirleri (dolayısıyla işbirlikçi-tekelci burjuvazi lehine) almasını (Bkz. OECD Raporları) ve orduyu yönetime katarak hızla gelişen demokratik mücadeleyi bastırmasını tavsiye etti. 
Süleyman Demirel yönetiminin bir ayağı tekelleşememiş vurguncu Anadolu burjuvazisine ve feodal kalıntılara dayandığından bu tedbirleri gereği gibi yerine getiremedi. Tekeller için “huzuru” sağlayamadı. 
Bunun üzerine alaşağı edildi. Ve askeri diktatörlük kuruldu. Böylece bir yandan aç gözlü tekellerin istismarını daha da artıracak, öteki egemen sınıf ve zümrelerin aleyhine sömürüyü disipline edecek bir dizi “reformlar” yapılmış olurken, öte yandan ordu ve bürokrasi içindeki devrimci-milliyetçiler geniş ölçüde temizlenmiş ve halkımızın korkunç seviyede artan sefaletinin oluşturduğu tepkiler terörle engellenmiş, tekellerin açgözlü sömürüleri için “huzur” sağlanmış olacaktı. 
12 Mart askeri darbesinin sonuçlarını ve aşamalarını sırasıyla şöyle özetleyebiliriz: 
1) Ülkemizdeki askeri diktatörlük, Amerikan emperyalizminin ülkemizdeki işgalinin aldığı son biçimdir. Bu, temsili demokrasinin rafa kaldırılması, düzen partilerinin rolünün asgariye indirilmesi demektir. Artık Türk Ordusu, oligarşinin halkımıza karşı yürüttüğü baskı politikasının açık ve doğrudan bir aleti olmuştur. 
Fakat Türk ordusunun alt kademe subaylarının niteliğini belirleyen milliyetçiliktir. Çoğunluğu da askeri liselerden gelen, küçük-burjuva emekçi kökenli kişilerdir. On yıldır emperyalizm sistemli çalışarak, ordunun küçük-burjuva devrimci geleneğini geniş ölçüde değiştirmiş, 12 Martla birlikte geniş tasfiyelere gitmiştir. Latin Amerika’daki gibi iç savaşa uygun bir biçimlenişi olmayan geniş Türk ordusunda, daha bir süre devrimci geleneğin izleri görülebilir. Ancak süratle oligarşi, tasfiyeler ve yeniden düzenlemelerle orduyu iç savaş ordusu haline getirerek doğrudan vurucu gücü haline getirmektedir. 
2) Oligarşi 12 Mart darbesini ülkemizdeki küçük-burjuvazinin gücünü dikkate alarak, onlara ters düşmeyecek, “Atatürkçü”, “milliyetçi”, “ilerici”, “reformcu” sloganlarla yapmış, I. Erim Hükümeti de reformist bir hükümet olarak görünmeye özel olarak dikkat etmiştir. 
Bu, asker-sivil aydın zümrenin radikal kanadının sağ kanat ile olan ittifakını bozmak, onu tecrit edip, bu sloganlarla en azından nötralize edip, bürokrasi ve ordu içindeki, “tarafsız” ve sağ kanadı kendi saflarına çekmek için uyguladıkları bir yöntemdir. Oligarşi, ülkedeki nispi dengeden dolayı, bu yöntemi uygulamaya mecburdu. Çünkü Türk Ordusu, ülkenin tarihsel gelişmesinin sonucu olarak, Latin Amerika orduları gibi oligarşinin henüz vurucu gücü olmuş ve o şekilde örgütlenmiş değildi. Bu mekanizmayı, kendi politikasının doğrudan aracı olarak kullanabilmesi için, bu türlü sloganlarla işini yürütmesi zorunluydu. 
Ayrıca Amerikan emperyalizmi sömürüsünü daha da genişletebilmek (tabi işbirlikçi-tekelci burjuvazi lehine de) yani sömürüyü disipline edebilmek için, bürokrasi ve ordu içindeki küçük-burjuva aydınlarının desteğine de muhtaçtı.
Şöyle ki, bu sömürüyü disipline etme eylemi, oligarşinin içindeki eski etkinliklerini kaybetmiş olsalar bile, hala belli bir güç olan, özellikle mecliste önemli bir çoğunluğu oluşturan öteki gerici sınıf ve zümreleri -ticaret ve tarım burjuvazisi ile feodal kalıntıları- son derece rahatsız etmektedir. Bu yüzden başlangıçta bu sarı “reformları” büyük bir tepkiyle karşıladılar. Bu gerçeği emperyalizmin ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin teorisinin yapıldığı Milliyet gazetesi şu şekilde özetlemektedir.
“… büyük burjuvazinin öncü çekirdeğini teşkil eden grup özel sektörün bazı kesimlerine göre daha ilerigörüşlere de sahiptir. İstekler öncelikle geleneksel ticaret ve tarım sermayelerini (kapitalizm öncesiortamdaki güçlerini sarsacak biçimde etkileyeceğinden) fazlasıyla rahatsız etmektedir. Oysa, var olankoşulların getirdiği kapitalist üretim biçimi Türkiye’de daha rasyonel tedbirlerin alınmasını zorunlukılmaktadır. OECD, 1970’in daha ilk günlerinde, Türkiye için bu yönde bir dizirasyonelleşme tedbirleri tavsiyeetmişti.”

(Ali Gevgilili, Türk Kapitalizmi ve Yeni İstekleri) 
Bu kapitalizm öncesi sınıf ve zümrelerin sömürüyü disipline etmeye yönelik “reformlara” karşı tepkilerini, emperyalizmin ve yerli tekelci-burjuvazinin saf iktidarı olan I. Erim Hükümeti, “ilerici, Atatürkçü, reformist” görünüm altında, küçük-burjuva aydın çevrelerin desteğini alarak, bu çevreleri bu zümreler üzerinde baskı unsuru olarak kullanıp, kırmaya çalışmıştır. Ve ilk dönemde, en radikal küçük-burjuva kanadının bile bu konuda desteğini almayı da başarmıştır. 
      
3) Ancak, silahlı propaganda, I. Erim Hükümetinin gerçek yüzünü ve emellerini, oligarşinin en gerici, en azgın ve terörist yönetimi olduğunu açığa çıkarmıştır. Böylece, Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçi yerli burjuvazinin oyununu alt üst ederek, maskesini alaşağı etmiş, kademeli planını bozmuştur. “İlerici, reformist, Atatürkçü” görünümü altındaki açık faşizmin erken doğum yapmasını sağlayarak, küçük-burjuva aydın çevreler de dahil olmak üzere kamuoyunun gözlerini açtı. 
Bugün, aşağı yukarı bütün küçük-burjuva devrimci aydınları I. Erim Hükümetinin niteliğini açıkça anlamış bulunmaktadırlar. 
4) Küçük-burjuva aydın kamuoyunun desteğini kaybeden emperyalizm-işbirlikçi (tekelci) burjuvazi ikilisi, bu sefer zorunlu olarak, sömürüyü disipline etmeye yönelik bir dizi rasyonelleştirme tedbirlerinden (sarı reformlarından) tavizler vererek, tekrar bu tedbirlerinden zarar görecek olan öteki gerici sınıf ve zümrelerle ortak müşterekler etrafında anlaşmışlardır. 
Bugün oligarşi içinde tam bir bayram havası hüküm sürmektedir. II. Erim Hükümeti de, bu anlaşmanın ve gericiler arası barışın hükümetidir. 
İşte 12 Mart ile birlikte ülkemizde sınıflar kombinezonunda meydana gelen değişiklikler bunlardır. 
Bütün bunların anlamı, kaba deyişle, ülkemizin Latin-Amerika ülkelerinden farksız bir ülke haline gelmesidir. Artık 1961-70 döneminin sınırlı demokratik ortamı tarihe karışmış, nispi denge bozulmuştur. Emperyalist işgalin ve istismarın Türk Ordusu aracılığıyla sürdürüldüğü, ekonomik ve demokratik amaçlı her çeşit kıpırdanmanın terörle susturulduğu, legal bütün yolların tıkandığı, devrimci politikanın silahla susturulduğu bir ülke haline gelmiştir Türkiye. 
Bundan böyle, bütün legal yolların tıkanmasından, emekçi kitlelere karşı tenkil politikasının en gaddarca sürdürülmesinden dolayı, kitlelerle diyalog kurmanın ve onları devrim saflarına çekmenin temel mücadele biçimi silahlı propagandadır. 
Ülkemizin Latin Amerika ülkelerinden ve de öteki geri-bıraktırılmış ülkelerden kendine özgü temel farklılıkları ise şunlardır: (Bu temel faktörlerin yanında daha pek çok tali faktör sayılabilir). 
 1) Ülkemizin jeo-politik durumu:  
Askeri ve taktik bir sorun olduğu için şu kadarını söyleyelim. Devrimciler için ülkemizin jeo-politik durumu oldukça önemli bir avantajdır. 
Dezavantajı ise, anti-komünizm propagandasının tarihi “moskof düşmanlığına” dayandırılmasıdır.
2) Tarihi ve sosyal gelişmenin oluşturduğu özellik:  
Osmanlı feodal bünyenin ayırtedici özelliklerinden (katı merkeziyetçiliği, güçlü devlet aygıtı ve zayıf oto-dinamizmi) dolayı, Anadolu insanının kafasında devlet mefhumu karşı konulmaz, yıkılmaz bir kavram olarak yerleşmiştir. Keza ülkede 1950’ye kadar yönetimi elinde tutan küçük-burjuvazi diktatörlüğünün, geniş bürokratik mekanizması ve tek parti anlayışının küçük-burjuva yukardan aşağıya tahakkümü, devlet otoritesinin “karşı-konulmaz, yenilmez ve yıkılmaz” bir güç olduğuna ilişkin yüzyılların yerleşmiş düşüncesini perçinlemiştir.  
Ayrıca merkezi devlet otoritesinin baskısı altında ezilmiş, bunalmış Anadolu insanı, kaderci bir düşüncenin rijid kalıpları içinde, “böyle gelmiş, böyle gider” düşüncesi ile politik pasiflik içindedir. (Emperyalizmin III. bunalım döneminde, geri-bıraktırılmış ülkelerde oligarşi ile halk kitlelerinin düzene karşı tepkileri arasında kurulmuş olan suni denge, ülkemizin tarihi, sosyal özelliklerinden dolayı, çok daha fazladır). Yıllardır aldatılmış, kazıklanmış olduğundan lafa, söze, vs.ye artık inanmaz olmuştur. Bu nedenle kendine söylenenlerin bizzat söyleyenler tarafından eyleme döküldüğünü görmeden inanmaz. 
     
II. yeniden paylaşım savaşından, özellikle 1960’dan sonra (Amerikan gizli işgalinin oluşturduğu) ekonomik, sosyal ve politik kriz ülkedeki sınıflar arası kutuplaşmayı ve emekçi kitlelerin memnuniyetsizliğini had safhaya çıkarmıştır.  
Bugün Anadolu’nun pek çok yerinde halkın uyanık kesimleri, düzenin bütün partilerinden umutlarını kesmişler ve bu sefaletten kurtulmanın tek yolunun isyan etmek olduğunun bilincine varmışlardır. Halkımızın uyanık kesimleri, Amerikan “gavuru” ile işbirliği içinde olan ağaların, patronların, parababalarının nasıl kendilerini iliklerine kadar sömürdüklerinin farkındadırlar. Kitlelerde zenginlik düşmanlığı had safhadadır. Onların anlayamadığı tek şey, yenilmez bir güç olarak gözlerinde büyüttükleri oligarşik devlet cihazının kof ve çürüklüğüdür. (Oligarşi, kitlelerin bilincinde fikri sabitlik derecesinde, “devlete karşı konulmaz” düşüncesini iyice perçinlemek için, sürekli olarak yaygara, gözdağı, kuvvet gösterisi ve demagoji ile özellikle bu konuyu işlemektedir).  
Bu yüzden beş-altı tane devrimci askeri eylem, (propagandası yapılmamasına rağmen) kitlelerde derin bir şaşkınlık ve sempati yaratmıştır. Latin Amerika ülkeleri de dahil olmak üzere hiçbir geri-bıraktırılmış ülkede, henüz mayalanma aşamasında olan bir gerilla mücadelesi, kitlelerin üzerinde bu kadar etkili ve prestijli olmamıştır.  
Bunun nedenleri açıktır.  
Bir kere, hiçbir geri-bıraktırılmış ülke insanında “devlete karşı konulmaz, çünkü yenilmez” yanlış düşüncesi Anadolu insanının kafasında şekillendiği biçimde şekillenmemiştir.
İkinci olarak, meclisten, düzen partilerinden ve politikacılarından nefret, nutuk ve lafta kalan propagandaya karşı alerji, ülkemizin emekçi kitlelerinde, hemen hemen öteki geri-bıraktırılmış ülkelerdeki kitlelerdekinden kıyaslanmayacak seviyededir.  
Üçüncü olarak, halkımızın uyanık kesimleri pasifist, kuyrukçu çalışma tarzı içinde olan “solculardan” bıkmış ve onlardan hiçbir hayır gelmeyeceğini de anlamışlardır. Yıllardır bu kesim gerçekten devrim meselesini ciddiye alan, umutlarını bağlayabileceği bir savaşçı örgütün özlemini duymaktadır (THKP-C’nin bugünkü prestijinin kaynağı da budur). 
İşte bu nedenlerden dolayı, devrimci propagandanın etkili olabilmesi, kitlelerin devrim saflarına çekilebilmesi için silahlı propaganda, Latin Amerika ülkeleri de dahil olmak üzere bütün geri-bıraktırılmış ülkelerden çok daha fazla ülkemiz için şart ve elzemdir. 
Kitlelerin düzene karşı memnuniyetsizlik ve kıpırdanmalarının eyleme dönüşmesi için, önce inandırıcı olmalıyız. Söylediklerimizi bizzat eylemimizle onlara göstermeliyiz. Devrimciler herşeyden önce bir yandan kitlelere, hakim sınıfların baskı örgütünün, yüzyıllardır kafalarında şekillendiği gibi olmadığını, aslında çürük ve kof olduğunu, onun bütün gücünün yaygara, gözdağı ve demagojiden ibaret olduğunu askeri eylemleri ile göstermelidirler. Öte yandan, kitleleri devrimci propagandaya açık hale getirebilmek ve bu yolla devrimci bilinci onlara götürüp onları devrim saflarına çekmek için, askeri eylemlerin üzerine oturmuş propagandayı işlemelidirler. 
Tekrar niteliğinde de olsa söylediklerimizi kısaca özetleyelim: 
Ülkemizin ekonomik, sosyal ve tarihi gelişiminin sonucu olarak, bir başka deyişle, geçmiş dönemlerde devletin niteliğinden dolayı, halkımızın tepkileri ile devlet arasında bir suni denge hep süregelmiştir. Emperyalizmin, III. bunalım döneminde istismar metodunda yaptığı değişiklik de böyle bir suni dengeyi kurmayı amaçlamaktadır. 
Bu bakımdan Amerikan emperyalizmi ülkemizde çok iyi bir zemin bulmuştur. Bu bakımdan Latin Amerika ülkeleri dahil olmak üzere bütün geri-bıraktırılmış ülkelerdekinden çok daha güçlü olan suni dengeyi bozmanın temel mücadele metodu barışçıl mücadele biçimleri değil, silahlı propagandadır. Pasifist ve revizyonist mücadele biçimleri bu suni dengeyi devam ettirmekten başka hiçbir şey yapamaz. 
Ve bütün baştan beri sıraladığımız nedenlerden dolayı, Şubat-Mayıs şehir gerilla eylemleri sonucu, halkımızın uyanık kesimlerinde düzene karşı duyulan memnuniyetsizlikler devrimci sempatiye dönüşmüştür. Her yeni, önce tepki ile karşılanır. Giderek yer eder ve benimsenir. Oligarşinin yurt çapında yürüttüğü karşı propaganda önceleri belli ölçülerde etkili olmuşsa da, şu anda artık eski etkinliğini yitirmiştir. Halkımızın düzene karşı nefreti o seviyededir ki, oligarşiye karşı yürütülen 5-6 askeri hareket bir anda devrimciler lehine azımsanmayacak bir prestij yaratmıştır. 
Silahlı devrim cephesine karşı somut bir yönelmenin olduğu ve mücadelenin tam bir nitelik sıçraması yapacağı evrede, silahlı propaganda, henüz rüşeym halinde iken darbe yedi. 
Şu anda bizlerin görevi, düzen değişikliğinin şu veya bu biçimde gerekliliğine inanan kitlelere böyle bir değişikliğin mümkün olabileceğinin güvencini yaratmaktır. Örgütsüz olan ve idealist düşüncenin perspektifinden, oligarşik devlet gücünü “dev gibi” güçlü ve yenilmez olarak gören kitlelere, merkezi otoritenin aslında göründüğü kadar güçlü olmadığını, kof olduğunu, bütün gücünün yaygara ve gözdağı olduğunu bizzat devrimci pratik içinde göstermek suretiyle bu güvenceyi yaratabiliriz. 
Evet, kitlelere, oligarşiye karşı savaşan silahlı devrim cephesinin güçlü olduğunu göstermemiz, bir bakıma kuvvet gösterisi yaparak, düşmanı yıpratmamız, moralman çökertmemiz gerekmektedir. Bunun tek yolu öncünün bir dizi askeri zaferleridir. Sağlanan potansiyelin kaybolmamasının, giderek genişlemesinin tek yolu budur. Devrimci merkezi yayın organı ancak, bir dizi askeri eylemlerden sonra söz konusu olabilir. (Bu, bu süre içinde devrimci yayının tatil edileceği anlamında yorumlanmamalıdır. Bu süre içinde kitlelere elbette askeri eylemlerin üzerine oturmuş, devrimci yayın yapılacaktır. Ancak bu aşamada bu periyodik olmayacaktır. Ayrıca siyasi kadroların eğitilmesini amaçlayan pratiğimize ışık tutan broşürler de çıkartılacaktır). 
Gerek neşir yolu ile, gerekse de propagandistler aracılığıyla yapılan ajitasyon ve propaganda var olan bir şeyin üzerine oturmak zorundadır. Bugün, birkaç tane sözde devrimci yayın organı çıkmaktadır. Zaman zaman çeşitli “solcu” fraksiyonların, kitleleri silaha sarılmaya davet eden bildirileri dağıtılmaktadır. Etkileri nedir? Etkileri hiçtir. Çünkü soyutun propagandasıdır. Kitleler, kendilerini bir dizi keskin laflarla, ayaklanmaya, silaha sarılmaya çağıranı bizzat savaşın içinde görmek ister. Özellikle Türkiye halkı, soyut propagandaya, “-ceğiz, -cağız”a hiç ama hiç itibar etmez. Kitleler 1961’den beri bu tip dergilere, bildirilere alışıktırlar. “Lafla peynir gemisi yürümez”. Kitle, öncüsünü bizzat savaşın içinde görmek ister. Görecek ki, senin içtenliğine inansın. Bu da yetmez. Senin önemli bir güç olduğuna inanacak ki sana meyletsin, sempatisi güvene, güveni de giderek desteğe dönüşsün. 
Ülkemizde pasifistler özellikle şunu söylemektedirler. “Yapılan eylemler kitlelerde sempati yaratıyor, ama hepsi o kadar…” 
Doğrudur. Kitleler bizlere karşı sempati duymalarına rağmen, henüz aktif olarak desteklemiyorlar ve mücadelenin içine girmiyorlar. Bu son derece doğaldır. Ne bekleniyordu yani? 5-6 askeri eylem sonucu, kitlelerin ayaklanıp, ülkede devrim yapması mı?  
Bu pasifistlerin devrimci mücadeleyi, kısa bir süreç olarak görmelerinin ve sosyal oluşumdan habersizliğinin bir kanıtıdır. 
Biz bugüne kadar şunu söyledik ve hala da söylüyoruz; devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır; onyılların mücadelesidir. Bugün henüz savaşın başındayız. Ve henüz mayalanma aşamasında kitlelerin bu sempatisi bile silahlı devrim cephesi için büyük bir kazançtır. Çünkü desteğin yolu, sempati ve güvenden geçer. Kitle önce silahlı devrim cephesine sempati duyacaktır. Ama gözünde büyüttüğü merkezi devlet otoritesinden dolayı, silahlı devrim cephesinin ezileceği düşüncesi ile eylemleri tereddüt ve büyük merakla izleyecektir. Gerilla savaşının başarı ile yürütülmesi üzerine görecektir ki, silahlı devrim cephesi önemli bir güçtür; yıkılmaz ve yok olmaz. O zaman sempatisi güvene dönecektir. Bu ikinci evredir. Güvene dönmesi çoğunluğun desteğinin kazanılması demek değildir. Ancak gerilla savaşı devamlı ve istikrarlı kılındıktan sonra, güven yavaş yavaş desteğe dönecektir. 
Herşey bizim kararlı, inançlı ve tutarlı savaşçılığımıza bağlıdır. Hiçbir zaman yılmamalıyız. Darbeler ve bozgunlar yılgınlık değil, tam tersine devrimci inanç ve öfkemizi bilemelidir. Daha tutarlı ve daha az hatalı savaşmamızı sağlamalıdır. 
3) Ülkemizin ekonomik bünyesinin ve de küçük-burjuvazinin politik ve ekonomik örgütlenmesinin oluşturduğu özellik: 
Ülkemizde küçük-burjuvazinin ekonomik ve politik örgütlenmesi, öteki emperyalist işgal altında olan geri-bıraktırılmış ülkelerden daha güçlüdür. Bu bakımdan ülkemizdeki oligarşi bugüne kadar zorunlu olarak, bu zümreye çok fazla ters düşmeden işlerini yürütmüştür. Hatta 12 Mart’tan sonra, azgınlığını ve terörünü artırmasına rağmen, yine de bir Pakistan, Yunanistan veya Brezilya’daki gerici yönetimler gibi açıkça hukukiliği ve demokratlığı reddetmemekte, görünüşte bazı ufak tefek tavizler vermektedir. 
İkinci olarak, ülkemiz, öteki emperyalist işgal altındaki geri-bıraktırılmış ülkelerin çoğuna göre, yüzde yüz dışa bağımlı da olsa, daha güçlü orta ve hafif sanayiye sahip bir ülkedir. 
İkinci temel özellikte, belirttiğimiz tarihi-sosyal-politik ve psikolojik etkenlerin yanında, bu iki etken de kitlelerin spontane patlamalarını pasifize etmede temel rolü oynamaktadır. 
Bu da solda, revizyonistlerin ve pasifistlerin barışçıl ve uzlaşıcı sözde mücadelelerine bir gerekçe olmaktadır. Pasifistler, uzlaşıcı ve teslimiyetçi tutumlarını, “ülkemiz, uzak-doğu veya Latin Amerika ülkeleri gibi değildir; oralardaki kitlelerde bir isyancı gelenek vardır. Oysa ülkemizde durum başkadır, böyle bir gelenek yoktur. Bu yüzden, önce kitleleri silahlı aksiyonun dışındaki mücadele biçimleri ile bilinçlendirip, örgütleyelim, yani silahlı mücadele için asgari (!) örgütlenmeyi sağlayalım, ondan sonra silahlı mücadeleye başlarız” diyerek haklı ve mazur göstermeye çalışmaktadırlar. Bu da, belli ölçülerde, önemli sayılmasa bile solda bulanıklık yaratmaktadır. Bu revizyonist ve pasifist yorum, formel mantığa göre çok mantıki (!) olduğu için, meselelere henüz diyalektik materyalizmin ışığı altında bakamayanların kafalarını bulandırmaktadır. 
Bizim gibi ülkelerin ekonomik ve sosyal durumunun revizyonizmin ve pasifizmin statik örgütlenmesi (kurumculuk) için maddi bir temel teşkil ettiğini Guevara şu şekilde izah etmektedir:
“Yoğun bir şehirleşmenin ve gerçek bir sanayileşme değilse bile az çok gelişmiş bir hafif ve orta sanayininbulunduğu ülkelerde gerilla grupları teşkil etmek daha zordur. Şehirlerin ideolojik etkisi, barışçıl usullerleörgütlenmiş kitle savaşları umudunu yaratarak gerilla savaşlarını frenler. Bu da bir çeşit ‘örgütçülük’ ya da‘kurumculuk’ (revizyonist örgütlenme) yaratır ki, az çok ‘normal’ sayılabilecek olan dönemlerde, halkın geçimşartlarının başka durumlara nazaran pek o kadar çetin olmaması ile nitelenebilir”.


KOMÜN 

Kaynak: Mahir Çayan, Bütün Yazılar, Eriş Yayınları, Kesintisiz Devrim II-III (Üçüncü Bölüm)